Eylül ayı geldiğinde incirler yavaş yavaş burkmaya (olgunlaşmaya) ve dökülmeye başlar. Bu yüzden, bu ay, benim için, burkmuş incir kokusu demektir

Eylül ayı geldiğinde incirler yavaş yavaş burkmaya (olgunlaşmaya) ve dökülmeye başlar. Bu yüzden, bu ay, benim için, burkmuş incir kokusu demektir.
Aydın’da, doğup büyüdüğüm topraklarda, bu mevsimde, tatlı bir telaş hâkim olur insanlara... Herkes yevmiyeci bulur gelir, yatılı işçi getirir, yaş yağmur görmeden, mahsulünü (bir an önce) sergilere atmanın ve kurutup evlere taşımanın yollarını arar.
Sonra Eylül, üzüm bağlarının yapraklarının yavaş yavaş sararması, asmaların ağırlıklarını taşımakta zorlanması ve tek tük hereklerin (payandaların) yıkılmaya başlaması demektir...
İyice irileşmiş, salkımlara sığmayan taneler, çitlim çiltim kesilme sırasını beklemektedir… İncirleri ve Antep fıstıklarını işleme işi bitince, sıra bağlara gelecektir.
Eylül, akşama kadar incir devşirdikten, yokuş yukarı sepet çektikten, ermiş Antep fıstıklarını silkeledikten, ‘hususu kalksın’ diye erkenden pekmez yaptıktan ve yorgun argın eve geldikten sonra, üstünü başını değiştirip, Java motorlara binerek, Atça’nın (5 Eylül) Kurtuluş Şenliklerine gitmektir.
Atça Belediye Binasının önlerinde, Kel Mehmet Heykelinin yanlarında, Parkın İçlerinde davulların dövülmesi, zurnaların istekle titretilmesi, planıyla ayrıcalıkla Kasabamıza, ünlü sanatçıların gelmesi ve hüzün ile mutluluğun, gözyaşları ile sevinçlerin birbirine karışmasıdır.
Eylül; Aydın’ın, Nazilli’nin, Atça’nın düşman işgalinden kurtuluşunu, Yunan zulmünden kaçmış insanların, anırmalarını engellemek için eşeklerinin ağızlarını kanatarak bağlamalarını, ağlamasınlar diye ağızları kapatılan, nefessiz bırakılan bebeklerin, can verdiklerinin sonradan anlaşılmasını ve yaşlı göstermesi için genç, gelinlik kızların yüzlerine çamur sürülmesini, için acıyarak anlamaktır...
Dahası, Yunanlılar tarafından incir bahçelerindeki eski evlere toplanıp, camilere doldurulup yakılan, mezarları kendilerine kazdırılan insanları, bir kez daha, rahmetle ve minnetle hatırlamaktır.
Yani kurtuluş ve kahramanlık hikâyelerinin nesilden nesile aktarılmasıdır biraz da...
Eylül, Ege için Vatan demektir, toprakların işgale uğramasının, sırtlanlaşmış müttefik devletler tarafından paylaşılmaya kalkılmasının, ne demek olduğunun, kıymık kıymık tecrübe edilmesidir.
Kendi aralarında kanlı bıçaklı iken, memleket söz konusu olduğunda omuz omuza veren heybetli Efelerin, hanımını çocuğunu koyup cepheye giden hüzünlü Zeybeklerin ve neyin ne olduğunu bilmeden dünyaya veda eden kızanların/askerlerin ayıdır.
Her şey bitti sanılırken, mandacılar ortalıkta cirit atarken, bir kez daha yeşeren ümitlerdir ve milletin makûs kaderinin bütünüyle tersine dönmesidir... Askerlerin, ilk hedeflerinin Akdeniz olduğunun yankılanmasıdır, dağlarda, taşlarda ve ovalarda… Düşmanın İzmir’de, tamamıyla denize dökülmesidir.
***
Eylül demek, İzmir Fuarıdır ve 9 Eylül’dür… Dedemle birlikte Basmane Trenine binip İzmir’e yapmış olduğumuz hayalî yolculuklardır. Kahkahalar odasıdır, hayvanat bahçesidir, güzel İzmir’in sokaklarında bisiklet kiralamaktır ve imbat rüzgârı yüzüne vururken, kalabalık sokakları arşınlamaktır...
Yaşama hevesidir Eylül; hırslardan, ihtiraslardan, tamahkârlıklardan uzak olmaktır… Kimsenin; komşusunun kötülüğünü istememesidir, hayatına burnunu sokmamasıdır ve herkesin sadece kendisiyle yarışmasıdır. Bir arada, mutlulukla yaşamak için, mücadele etmektir aynı zamanda…
***
Eylül ayı, dünyanın en güzel ilçelerinden biri olan, en uzun ömürlü insanların birlikte, huzur içinde hayatını ikame ettirdiği, ‘nazlı il’, Nazilli demektir… Uzun Çarşı’da, tatlı okul telaşı, eğitim öğretim yılı öncesi alış verişleri, heyecanlı öğrenciler, aceleci, parasını yetirmeye çalışan ebeveynler…
Babamın; Kaya Kırtasiye’ye gidip okulum için gerekli olan her şeyi ortaya döktürmesidir… Dedemle birlikte, heyecanla beni baştan aşağıya giydirmeleridir. Kahverengi kundura ayakkabılardır…
Nazilli perşembe pazarıdır mesela… Kalabalık Doktorlar Caddesi… Yeşil Mahalle… Daha bir kıvrak ve hırslı olan incir işletmeleri… Ya da Yıldız Tilbe’nin piyasaya çıktığı o ilk zamanlardır… Ve o buğulu sesiyle “Açılır sonsuz kere yoluna güllerim. Koparıp atsan da solmaz gönlüm nafile. Yokluğun soğuk tenine susadı tenim... Üşüdüm yorgan misali seril üstüme…” diye haykırmasıdır.
***
Eylül, benim için, Atça ovasının yeşile ve beyaza kesmiş, ucu dönülmez pamuk tarlalarıdır. Traktör römorkları içinde, Kasaba’nın genç kızlarının Yıldız Tilbe’den şarkılar söyleyerek, pamuk toplamaya, ovaya gitmesidir. Kahverengi pamuk balyaları, kantara girmiş hararlar, beyaz çuvallar…
Atça’nın dışındaki büyük palamut ağaçlarının pelitlerini dökmeye ve bu pelitleri toplayıp soba tutuşturmak isteyenlerin, yavaş yavaş ortalıkta görülmeye başlamasıdır… Veya tüm yolların kendisine çıktığı ve içinde bin bir çeşit, büyüklü küçüklü ağacın olduğu Atça parkıdır Eylül…
Atça’da, Cumhuriyet mahallesinde, beş yaşına kadar oturduğum, önünde iki portakal ağacı olan ve büyük bir avlusu bulunan, iki odalı, geniş hayatlı (hollü), tahtadan abdestlikli ve bol kedili evdir.
***
Bu ay da doğup Eylül’ü, ‘hüzün ayı’ görmeyenler de vardır belki… Bu ayın kendine has güneşini sevenler, değişen mevsimle birlikte kendini yenileyenler, Eylül’ü birçok duyguyla birlikte ifade edenler, hafif hafif yağan yağmurlardan başka anlamlar çıkaranlar ve içini ayrı bir sevinç kaplayanlar…
Hâsılı sonbaharın bu ilk ayının güzellikleri, çağrışımları ve erken gelen akşamlarının hatırlattıkları saymakla bitmez... [‘Netekim’ ve ‘içün’ kelimelerini çok seven adamın (!) yaptıklarına, soğuk duvarlarda yankılanan iniltilere, (bir sağdan bir soldan) gül gibi gençlere girmek istemem.]
Gene de Eylül, en az, Mehmet Rauf’un, eşsiz romanının sonu kadar hazindir kimi zaman ve birçok yitimleri barındırır içinde…
Ve bir gün, bu dünyadan çekip gideceğimizi, ne olursa olsun, ne kadar ünlü ve zengin olursak olalım, illa ki buna mecbur kalacağımızı da hatırlatır bize…