Hakiki Kilis ilini görmek, tanımak isteyen ilçeyken haline bakmalıydı azizim. Tamam, Kilis hala yerinde, hala ülke haritasının güneyinde küçük bir v

Hakiki Kilis ilini görmek, tanımak isteyen ilçeyken haline bakmalıydı azizim. Tamam, Kilis hala yerinde, hala ülke haritasının güneyinde küçük bir vilayet olarak tüm hacmiyle duruyor ama benim bahsettiğim çok farklı bir mevzu. Yaşadığımız yerin artık o eski ve bence gerçek Kilis olmadığını söylemek istiyorum.
Peki ne oldu da “bizim” dediğimiz bu kadim şehir bir başka şekle dönüşüp, ellerimizin arasından kayıverdi? Sorduğumuz sorunun cevabını isterseniz yine biz verelim: Kilis, Kilislilerin Kilis’in hiçbir zaman değişmeyeceğini düşündüğü en zayıf anlarında değişiverdi.
Şüphesiz ilginç vakitlerdi o eski zamanlar. Zaman denilen muazzam kavram her şeyi ve herkesi bir bir eskitirken sanki bir bizim şehrimize sözünü geçiremiyor gibiydi. Hatırlayalım o zamanları lütfen… Doğan güneş her sabah hep aynı sokaktaki aynı evin üzerine doğuyor gibi değil miydi? Caddeleri aynı cadde, evler aynı evler, yollar hep aynı yoldu bu memlekette. Dar sokakların bitimindeki dehlizler sanki asırlardır hep orada duruyormuş gibi gelmiyor muydu? Asırlık kabaltılardan (altından yolların geçtiği evler) geçen kasketli hemşerilerimizi, evinin önünü süpüren başörtülü annelerimizi ne zaman görsek daima orada duruyorlarmış gibi düşünmüyor muyduk? Babadan devraldığı dükkânda aynı işi yapan insanları gördüğünüzde garip bir duyguya kapılıyor, bırakın mekânları, insanların bile değişmediğini zannetmiyor muyduk?
Memleketinizden ne kadar uzağa giderseniz gidin ve ne kadar geç dönerseniz dönün bir-iki küçük değişikliğin dışında fark görmeyeceğiniz topraklardı burası. Belki de bu yüzden anılar değişime kurban gitmiyor yaşananlar herkesin hafızasında hala ilk günkü tazeliğini koruyuveriyordu. Bu arada ülkede hükümetler yıkılıyor- kuruluyordu. Fakat Kilis hep aynı kalıyordu. Dünyada krizler oluyor, savaşlar çıkıyor fakat bu şehirde manzara hiç değişmiyordu. Kim bilir Anadolu’nun bu küçük ilçesi bir kuytuda unutulmuştu? Yoksa tüm bu aynılığı nasıl açıklayabilirdik?
Bu değişmezlik hali haliyle herkesi memnun etmiyordu. Ekserisi gençler olmak üzere “aynılıktan” rahatsız olanlar hep monotonluktan şikâyet eder dururdu? Kilis’in her şeyinden şikâyet ettikten sonra bir gün kaçıp uzaklara gideceklerine yemin ediyorlardı. Belki de haklılardı. Fakat ilginç olan değişmemeden ettikleri şikâyetlerin bile değişmiyor olmasıydı.
İşte hiçbir şeyin değişmeyeceğine kendimizi inandırdığımız ve her zamanki günlük işlerimizin telaşındayken o an geliverdi. Belki de bir lanete uğradık? Kilis yavaş yavaş ama kökten değişmeye başladı.
Başlangıç noktası bir ölüm hadisesiydi bence. O yıllara meydan okumuş serhat ilinde önce çok kıymetli bir belediye başkanı vuruldu ve Pandoranın kutusu açılıverdi. Derken haberlerde Kilis adı sık geçmeye, Kilis’le il kelimesi birlikte anılmaya başlandı. Üzülelim mi yoksa sevinelim mi bilemediğimiz karışık duygular yaşadığımız anlardı. Çok geçmeden rahmetli belediye başkanının yasını tutamadan vilayet olmamızı kutlamaya başladık. Çünkü artık Türkiye’nin 79. iliydik.
Bu arada her şey güzel olacak diyenlere inat bazıları yeni ve yine şikâyetleri sıralamaya başlamıştı bile. “Şehire yüzlerce memur geldi. Hazırlıksızız. Kiralar artıyor. Ürünler pahalaşmaya başladı” gibi cümleleri sık duyar olduk.
Artık ilçe değildik ve Rabbimin koyduğu hayat kuralı gereği merkez kıyıdan daha çok göz önündeydi. Bu da daha çok denetim ve takip demekti. Şikâyet edenleri haklı çıkarırcasına hatır gönülle halledilen birçok iş, sayıları hızla artan polislerin ve yeni gelen memurların ciddi yüz ifadelerine takılıyordu. Ve bu haliyle hemşerilerimizi rahatsız ediyordu…
Zamanla il olmanın nimetlerini keşfetmeye başlayınca aslında her şeyin kötü olmadığını anladık. Şehir nüfusu memurlarla artmaya bu da tüketime yansıdı. Mesela yeni ilimize bacasız fabrika dediğimiz üniversite öğrencileri ceplerinde babalarının paralarıyla geliyordu. Devlet hizmetlerinin avantajları direk hissedilmeye başlanıyordu. Sanki yavaş yavaş alışıyorduk. Sanki her şey ritmini yakalayacaktı ki yine olan oldu…
Komşumuz Suriye baharla tanıştı. Fakat bir terslik vardı. Güllerin açılması bülbüllerin ötmesi beklenen bu mevsim hiç de bildiğimiz bahara benzemiyordu. Asırlardır komşuluk yaptığımız bu insanlar garip bir şekilde gülüp eğlenecekleri bahardan, kara kıştan kaçar gibi kaçıyor ve ilk önce bizlere uğruyorlardı.
Akın akın insanlar geliyordu... Türkmeni, Kürdü, Arabı geliyordu. Zengini, fakiri, orta hallisi geliyordu. Mazlumu, zalimi, teröristi geliyordu. Durmuyorlardı gündüz geliyorlar, gece geliyorlardı… Söyledikleri daha da tuhaftı. Gül yerine kan, bülbül yerine bomba seslerinden bahsedip duruyorlardı.
Arap baharından bize ne diyemedik. Çünkü Rabbimin diğer bir hayat kuralı büyük hadiselerin etrafındaki ilgili ilgisiz tüm insanları da içine almasıydı. Öyle bir girdaba tutulmuştuk ki kimse önünde duramadı. Bu gelişler etkisini göstermede gecikmedi. Caddelerde insan manzaraları; sokaklarda evler değişmeye başlamıştı. Vitrindeki tabelalar, parktaki çocuklar, lokantadaki yemekler… Neler değişmiyordu ki… Bazen öyle anlar yaşıyordunuz ki inanmıyordunuz. Mesela oturduğunuz parkta Türkçe konuşacak birini arıyor ve bulamadığınızda artık her şeyin geride kaldığını düşünen bedbaht insanlara dönüyordunuz.
Denizdeki balık misali meğer denizin içindeyken denizi aradığınızı; sıkıcı bulduğunuz şehrin nasıl sakin ve emniyet bahşettiğini en acı şekilde keşfediyordunuz. Tüm bu baş döndürücü ve acıtan değişime karşı “yeter “ diye haykırmak isteseniz bile artık çok geç olduğunu bizzat tecrübe ederek yaşıyordunuz.
Evet, Rabbimin diğer bir kuralı hayatta değişimin daimiliğiydi. Bu sefer değişimin biz Kilislileri hiç beklemedik, kötü ve hızlı yakaladığı bir gerçekti. Hiçbir müdahale edemediğimiz bu hayat kuralının, değişimin, şu an tam içinde yer alıyoruz. Ne zaman biteceğini bilmediğimiz bu süreçte, değişen Kilis’imize alışmayı beklemekten başka bir şey elimizden gelmiyor.
Ne demiştik. Hakiki Kilis’i görmek, tanımak isteyen ilçeyken haline bakmalıydı azizim. Artık her şey için çok geç. Şimdiki Kilis o otantik izlerin bulunacağı, herkesin birbirini tanıdığı, küçük, sakin ilçe değil. Sanki o vakitler gençlik günleri gibi, sanki maşukun aşkıyla geçirdiği mesut saatler gibi geçip gitmiştir. Şimdi bu şehrin sakinlerine şairin “ağlarım akla geldikçe gülüşmelerimiz” demesi misali hatıraları düşünüp ağlamak düşmüştür. O küçük, değişmeyen, huzur soluyan şehir çok uzaklarda, hatıralarda kalmıştır çünkü...
Bu tür hallerde hemşerilerim tüm iç acıtıcı vaziyete rağmen umut kokan bir cümle dillendirirler. Zannedersem tüm bu anlattıklarımızdan sonra bize de aynı cümleyi söylemek düşüyor. “Eyyi olur zaar!”