1) Merhaba Nihat Bey, Tiyatroya olan ilginizi ilk ne zaman keşfettiniz?


- Bir tiyatro oyuncusunun en önemli özelliği merak etmesi, hayal kurması, soru sorması ve dünyaya dışarıdan bakabilmesi. Ben çocukken hep böyleydim ve hikaye anlatmayı da çok seviyordum. Kalabalık bir yetimhanede büyüdüm ve kırk sekiz kişilik yatakhanemiz  vardı. Yani, bir binada kırk sekiz kişi vardı ve iki oda. Başka bir alanımız yok. O kırk sekiz kişinin içinde ben, özellikle on yaşımdan sonra istemeden kafama sürekli hikayeler geliyordu. Onları anlatıyordum, yavaş yavaş kurguya başlamıştım. Gevezelik ve hayalperestlik birleşince böyle oluyor.(Gülüyor) Grup odasında arkadaşlara hikayelerimi sergiliyordum. O yüzden de paylaşma isteğim ve hikaye anlatma isteğim bitmedi ve gün geçtikçe daha da çoğaldı. Büyüdükçe buna devam edeceğim alanın tiyatro olduğuna karar verdim. Tiyatro çok güçlü bir alan, çok etkileyici…


2) Elinize bir metin geliyor ve siz o metni şekillendirip, kendi yorumunuzu da katarak sahneliyorsunuz. Yönetmen koltuğuna oturduğunuz zaman oyunun ağırlığını hissediyor musunuz?


- Yönetmenlik çok büyük sorumluluk istiyor. Hem insan malzemesini (Oyuncuyu) hem de (Yaşıyorsa) yazarı aynı anda yöneteceksiniz, derdinizi anlatacaksınız. Teknik malzemeyi kontrol edeceksiniz, önce tasarımcılarla ortak noktada buluşacaksınız, sonra onun uygulama aşamasında da ortak noktayı koruyup korumadığınıza bakacaksınız. Yönetmen çok büyük bir sorumluluk alıyor, çünkü siz oyunu yapıp, oyunla fiziksel bağınız kesilip gitse de, oyun her akşam oynandığında siz evinizde oturuyor olsanız bile seyirci sizi anıyor. Olumlu veya olumsuz oyuncu da sizi anıyor. Yönetmenlik riski almayı bir noktada mecburi kılıyor. Hayatımda da boyumdan büyük işlere kalkıştığım için benim için çok zor gelmiyor. Başka bir insanın yazdığı hikayeyi anlatmak ve bunu samimiyetle anlatacağınızı iddia etmek çok büyük risk almaktır. Bu adrenalini seviyorum, insanlarla hikayeyi paylaşmayı sevdiğim için o çivili, dikenli koltuğa oturmayı kabul ediyorum. Sonunda biliyorum o anlattığım hikayede, o hayatta güller açacak.



3) Oyuncu olarak sahnelerde yer alıyorsunuz. Sahnede hissettiğiniz o heyecan ve enerjiyi yönettiğiniz oyunlarda, perde arkasında da hissedebiliyor musunuz? Yoksa ikisinin sinerjisi bambaşka diyenlerden misiniz?


- Evet ikisi farklı. Birinde seyirciyle bir arada değilsiniz birinde seyirciyle baş başasınız, birinde tek başınıza bir sorumluluğunuz var yönetmenlik yaparken de oyunun içindeki herkese karşı bir sorumluluğunuz var. ben kendi adıma şunu söyleyebilirim, oyunculukta daha rahatım. Çünkü yönetmenlerle de iyi ilişkiler kurarım, yönetmenlere de doğru sorular sorduğuma inanıyorum –ki oyunculuktaki en önemli noktalardan biri yönetmene doğru sorular sorabilmek. Oradan doğru malzemeyi alabilmek! Ben açıkçası ikisini birbirinden ayıramıyorum. Çok anlatmak istediğim bir hikayede oyuncu olarak yer almak da benim için çok haz verebilecek bir şey, onu yönetmek de çok haz verici bir şey. Oyunculuk mu yönetmenlik mi derseniz, cevabım  TİYATRO.


4) Hem yazan hem oynayan hem yöneten tarafta oldunuz mu?


- Yazan tarafta olmadım. Ben yazmanın en zor taraf olduğunu düşünüyorum, çünkü o dünyanın temelini yazar atıyor zaten. Hatta o yıkılmaz temel yazar atıyor. Özellikle tiyatro metni yazmanın çok zor, çok karmaşık, çok matematiksel ve çok felsefi bir şey olduğunu düşünüyorum. Kendimi o anlamda yeterli bulmuyorum. Çok saygı duyduğum, gerçekten de heyecanlandığım yazarlar var, ki yazarların hepsine bu heyecanı duyuyorum ama özellikle heyecanlandığım yazarlar var. Örnek vereyim birkaç tane: Anton Çehov, Arthur Miller bence dünyaya gelmiş en iyi yazarlardır. Tiyatro dalında baktığımız zaman Shakespeare’in dahi bir yazar olduğu düşünülür. Benim için Anton Çehov ve Arthur Miller Shakespeare’den önde gelir, çünkü gündelik konuları bu kadar derin anlatıyor olmaları ve şiirselliğe de düşmeden gündelik hareket biçimlerini yaratarak o gündeliğin, basit olanın içindeki felsefeyi, karmaşayı ve kaosu anlatabildikleri için çok güçlü geliyorlar bana. Hem insan malzemesini hem insanın sınıfsal durumunu hem insanın sosyolojik, psikolojik felsefi durumunu yani her anlamdaki sahip olduğu çatışmayı çok samimi ve hızlı geçecek bir şekilde anlattıklarına inanıyorum. Arthur Miller’ın eseri, Satıcının Ölümü. Bu kadar hızlı bir şekilde kapitalizmi yeren bir cümle olamaz. Hiç slogan atmasına gerek yok. Zaten etkili oyun slogan atmaz. Arthur Miller’ın hiçbir oyunu slogan atmaz. Yazarlara selam olsun. Çok saygı duyuyorum.



5) Televizyon izleyicisiyle tiyatro izleyicisini nasıl tanımlarsınız?


- Bu çok derin bir soru, çünkü televizyon etrafımızı dört değil on sekiz koldan sarmış bir durumda. Yirmi dört saat yayın yapan bir televizyon dünyası var, bu yirmi beş yıldır böyle, şimdi bir de internet var internetten de izleyebiliyorsunuz. Ellerde telefon, telefonda da internet var. “Her seçiş bir vazgeçiştir!” demiş Sartre; yani televizyon dünyası bizi bu kadar çevrelemişken özgünlüğümüzü, manevi değerlerimizi çok kaybettiğimizi, hayatı yeteri kadar gözlemleyemediğimizi, hayatın ayrıntılarını ve hayatın biricik olduğunun farkına varamadığımızı düşünüyorum. Bu insan olarak trajedimiz, bırakın seyirci olma meselesini. Şimdi insan olarak siz bu trajediyi yaşadığınızda, seyirci olarak zaten bu trajediyle tiyatroya gidiyorsunuz ya da sinemaya gidiyorsunuz. Trajediden kastım ne, ; manevi değerleriniz yok, paylaşmayı kaybetmişsiniz, şefkat, vefa, kadirşinaslık, müteşekkir olmak, bu kavramların çoğunu otuz yaşının altının bilmediğini düşünüyorum. Biz eskiden Avrupalılardan çok daha duygusal ve manevi değerleri güçlü toplum olduğumuzu iddia ederdik, ders kitaplarında bile bu anlatılırdı ama şimdi biz onlardan gerideyiz çünkü bizim teknolojik bağımlılığımız onları geçti. Biz kültür olarak, dünyanın en büyük kültürel zenginliklerine sahip topraklarda doğmuş insanlarız. Hititlerden tutun, Selçuklular, Bizans, Osmanlılar bunun içinde farklı ırklardan, farklı dinlerden, farklı dillerden insanlar yaşamış. Bugün de o zenginliği yaşıyoruz değil mi? Karadeniz’e gidiyorsunuz, şivesi farklı, yemeği farklı, giyimi farklı iklimi farklı… Akdeniz’e gidiyorsunuz çok başka… biz bu kadar zenginliğe sahibiz, neden bu zenginliği sanata dönüştüremiyoruz? Toplumsal uzlaşmayı neden yeteri kadar sağlayamıyoruz? Bugün toplumsal uzlaşmamız yok mu, var ama eskisi kadar değil. Sanki bir şeyleri kaybettik. Bu da bence teknolojiyle baş başa kalmamızdan ve telefonla karşı karşıya kalmamızdan kaynaklanıyor. Teknoloji bizi manevi olarak geri götürüyorsa, maddi olarak ileri götürmesinin hiçbir anlamı yok. Çünkü maddiyat biter ama bizi leri taşıyacak olan tek şey, kalbimiz ve kültürümüzdür. Bu kültürü kaybetmemiz gerekiyor, bunun yüzden de daha çok tiyatro seyretmemiz gerekiyor. Bizi gerçekle en samimi ve en erin biçimde yüzleştirecek olan sanat;  2500 yıldır tiyatroydu ve hala da tiyatro.


6) Televizyonlar elimizin altında olunca dizi ve film izlemek de tek tuşluk bir işleme kalıyor. Tiyatronun ihmal edilmesinin bir sebebi de üşengeçlik veya tiyatronun tarihinin bilinmemesi olabilir mi?


- Bence ikincisi. Tarih demeyelim de tiyatronun önemini ve içeriğini bilmemekle ilgili bir şey. Bu da eğitimle ilgili bir şey. cumhuriyet döneminin en büyük kazanımlarından biri metinli tiyatroyu, çağdaş tiyatro dediğimiz kavramı hızlı bir şekilde geçişimiz, bunun için çabalamamamız ve en önemlisi de Muhsin Ertuğrul. Muhsin Ertuğrul ulusal tiyatronun oluşması için her yazara oyun yazması için yalvarmış neredeyse. Reşat Nuri Güntekin’e, Necip Fazıl’a, Nazım Hikmet’e hepsine rica da bulunuyor ‘Ne olur oyun yaz’ ki bir toplumun ulusal tiyatrosunun olması için metinlerinin olması gerekiyor. okullarda özellikle bunun anlatılması gerekiyor. Şehir tiyatroları için çocuk tiyatroları en önemli birimdir. Çünkü kaliteli çocuk oyunları –metin anlamında, reji anlamında ve oyunculuk anlamında- yapmalıyız ki, çocuğa o yaşlarda tiyatroyu sevdirebilelim. Tiyatro kültürünü, tiyatro ahlakını, tiyatro disiplinini vermeliyiz ki gelecekte de o çocuğun hayatında tiyatro aşkı devam etsin. Bugün tiyatro seyircisi az, niye böyle oldu bunu bilmiyorum. Tek suçlu olarak televizyon demiyorum ama burada belki öğretmenlerde kendilerine bir dönmeli, yeteri kadar tiyatroyu anlatıyorlar mı öğrencilerine, ailelere de dönmeli, tutup kolundan çocuklarını, yeğenlerini, kuzenlerini getiriyorlar mı tiyatroya, tabi ki tiyatroculara da çok görev düşüyor, seyirciyi heyecanlandıracak oyunların olması gerekiyor… Her anlamda herkesin üzerine bir şey düşüyor. Ben yine de şuna inanıyorum, televizyon bu kadar etrafımızı çevrelemiş olsa da, biricik bir tiyatro seyircimizin hala olduğunu düşünüyorum ve o biricik tiyatro seyircisi sayesinde de Türk Tiyatrosu daha da ileriye gidecek. Onlara da selam olsun.



7) Sahnede bir oyun sergileniyor. Bu oyun bir kurgudan, hayal ürününden ortaya çıkıyor ama aynı zamanda gerçek hayatlara da dokunabiliyor. Kurguyu yaşatan yaşamların acı ve insanların kendinde keşfedemediği gerçekleri gösteriyor olması olabilir mi?


- Kurgu dediğiniz şey, gerçek hayattan esinlenerek ortaya çıkarılan şeydir, yani o da gerçektir. Ben şunu anlamam mesela, bir yazar için bir hikaye yazdığında, fantastik uzay yolu türü bir hikaye yazdığını da düşünsek oradaki insan malzemesini, insanın davranış biçimini psikolojik tepkilerini, etkilerini neden ihmal eder ve neden derinleştiremeden yazar. Bunu anlamam mesela. Sorunuzun içeriğine gelirsek, yazarın da, yönetmenin de, oyuncunun da bu farkında olacak bir duyarlılığa, bu algıya sahip olması gerekiyor. O yüzden eline her kalemi alan yazar olamıyor. Günümüz teknolojisinin bu duyarlılığı yok ettiğini düşünüyorum.


- Bu yüzden de bazı kurgular içimize işlemeden gelip geçiyor.


- Evet. Ben şimdi orta yaştaki bir birey olarak bu duyarlılığı nasıl çoğaltabiliriz? Diye düşünüyorum.


- Bence çoğu insanın düşünmesi gereken bir şey.


- Değil mi! Ben kendi adıma, yazları doğduğum köyüme gidiyorum orada da köylülerimle oturup bir şeyleri paylaşmaya çalışıyorum, onlardaki duyarlılığı anlamaya çalışıyorum, kendi duyarlılığımı onlarla paylaşmaya çalışıyorum. Çünkü bu paylaşıldıkça çoğalacak bir şey. Telefondan emojiler  göndererek dünyayı değiştiremeyiz. Birbirimize sarılarak, birbirimize hikayelerimizi anlatarak, paylaşarak ancak dünyayı değiştirebiliriz.


8) Şuan toplum olarak seyirci kitlelerine baktığımız zaman komedi, dram, macera, aşk… En çok hangi konu tercih ediliyor?


- Tabii ki komedi. Aslında komedi literatüre baktığınızda zeka ile algılanan bir şeydir. Komedinin en önemli özelliklerine biri de şu, komik olan zekaya ve kültüre göre değişir ama bugün bizim komedi filmi seyrediyor olmamız bizim toplumumuzun çok zeki olduğunu gösterir mi! maalesef naçizane bir birey olarak söylüyorum tabi ki göstermez. Baktığımızda, gündelik hayattaki aksırmayla, tıksırmayla komedi yaratıyorsanız bu ne yapanı ne de içine alanı besler. Bunun nedenini de içimize dönüp sorgulamamız ve bulmamız lazım. Bu topraklarda yapılan komedi, geleneksel tiyatro dediğimiz çok politik bir tiyatroydu. Toplumu eleştirirdi, , yönetimi eleştirirdi slogan atmadan. Karagöz Hacivat dediğiniz şey çok politikti.


9) Bir tiyatro oyununda fonda çalan müzik oyunun türüne göre ne kadar büyüklükte bir etki yaratır? Fon ve müziğin tiyatrodaki öneminden ve seyirciye kattığı anlamdan biraz bahsedebilir misiniz? Aynı sahnelerde fon veya müzik kullanılmasa aynı etkiyi yaratır diyebilir misiniz?


-  Bu bence tiyatronun önemli sorunlarından biri. Tiyatroyu siz eğer duygulandırmak olarak düşünürseniz fon müziğine ihtiyacınız vardır ama siz tiyatroyu düşündüren bir eylem olarak düşünürseniz fon müziğine ihtiyacınız yoktur. gündelik hayatın  sadece gülmek ve ağlamak üzerine kuruyorsanız siz tiyatroyu, bunun üzerine de kullanıyorsanız araç olarak, o zaman müziği de koyarsınız, ajitasyon dediğimiz şeyi kullanırsınız. Yani duygu yetersiz kalıyorsa müziğe ihtiyaç duyarsınız. Bu benim çok üzerinde düşündüğüm bir meseledir. Geç Kalanlar oyunu çok dramatik, seyirci deyimiyle çok duygusal bir oyun. Oyunun sonuna kadar hiç müzik yok. Son beş dakika giriyor müzik ve orada da şöyle bir şey oluyor piyano ile giriyor. Biz bunu oyunun Bestecisi Sayın Deniz Noyan’la konuştuk. Piyano Türk seyircisi için çok alışık olmuş bir enstrüman değil ama keman çok alışık olunan bir enstrüman. Ben keman istiyordum ama Deniz Noyan sağ olsun ‘Hayır piyano kalmalı’ dedi ve keman olsaydı o ajite noktasına gelebilirdik ama piyano olduğu için hep bir yabancılaşma ve hep bir mesafe vardı. Sorunuza dönersek ben bunu yapmamaya çalışan biriyim. Yapmıyorum diyemem. Ben de o toplumun bir ferdiyim, bende de duygusallık var en aza indirgemeye çalışıyorum diyeyim.


10) Biraz da İstanbul Şehir Tiyatrolarında yönetmenliğini yaptığınız ‘Geç Kalanlar’ oyunundan bahsetmek istiyorum. Etkileyen bir konu, çarpıcı bir final sahnesi ve duyguları yaşatan bir oyunculuk vardı. Seyretme imkanı bulamayanlar için ana temasından biraz bahseder misiniz?


- Geç Kalanlar Ankara Devlet Tiyatrosu’nun deneyimli sanatçılarından, yönetmenlerinden Pervin Ünalp’in 2008 yılında yazdığı bir oyun. Daha önce Ankara Devlet Tiyatrosu ve Antalya Şehir  Tiyatrosu’nda oynanmış. Üçüncü kez sahneleniyor ve Ankara’da oynandığında da çok büyük bir ilgi görmüş. Neden? Çünkü konuştuğumuz o manevi değerleri, ilişkilerdeki o insani değerleri çok derin bir biçimde ve çok samimi bir şekilde, gündelik hayatta herkesin ‘Ben de böyleyim, ben de bunu yaşadım’ diyebileceği olaylardan örnekler koyarak ve öyle cümleler kullanarak ama bunu bir felsefi ve kurgusu anlamında çok matematiği güçlü bir kurguda tutarak ortaya çıkarmış. Teması; insan ilişkilerinin aslında çok kolay olduğunun ama bunu zorlaştıran bizim egolarımızın, komplekslerimizin ve bilinçaltımızın olduğunu, eğer bunlardan arınırsak daha mutlu olabileceğimizi ve hayatı daha değerli anılarla donatabileceğimizi, sevmenin, sevginin, birlikte olmanın, paylaşmanın önemini daha iyi kavrayacağımızı anlatıyor. Günümüz için de çok önemli bir tema, belki de bu nedenle bu kadar çok ilgi görüyor.


11) Oyunun ana karakterlerinden biri olan erkek oyuncunun yerinde siz olsaydınız, tanımadığınız bir kadının hayatınıza bu kadar dahil olmasına nasıl bir tepki verirdiniz?


- Ben çok korkardım. Ben bir şey itiraf edeyim. Bunu da belki ilk defa burada itiraf edeceğim; ben insanlardan korkan biriyim. Ben çok hızlı bir ilişki kuran biriyim ama aynı zamanda hep tetikteyimdir.(Gülüyor) Bu benim kişisel hikayemle de ilgilidir, kent hayatının tedirginliğinden de olabilir. Hele evime girecek! Ben kalpten giderdim (Gülerek). Bu aslında yazarın bulduğu çok gerilim yaratan bir durum.


12) Geç Kalanlar oyununda aynı zamanda bir kadın erkek ilişkisi üzerine çatışma kurulmuş durumda. Burada verilmek istenen önemli bir mesajda düzgün bir iletişim kuramayan çiftlerin, küçük sebeplerin birikmesinden dolayı sonucunun ayrılıkla noktalanması diyebilir miyiz?


- Bu bir ilişki oyunu gibi görünüyor, çünkü ayrılmış olan bir karı-koca evde adam yalnız, karısı gitmiş (Bunu sonra öğreniyoruz) sonra bu ilişkiyi her iki cepheden de dinleyerek eksilerini, artılarını, doğrularını yanlışlarını gösteriyoruz. Böyle görünüyor ama aslında böyle değil. Bence ilişki ilişkidir.


- Burada insanlar ilişkilerini de sorguluyor.


- Tam da bunu söylüyorum işte. Öğretmeninizle olan ilişkiniz, kardeşinizle olan ilişkiniz, bakkalınızla olan ilişkiniz, babanızla olan ilişkiniz, patronunuzla olan ilişkiniz, yol arkadaşınızla olan ilişkinizin temel argümanları aynıdır. Zaten bu oyundan çoğu kişinin etkilenme nedeni bu. Herkes evli mi? değil, herkes genç mi? değil, belki elli beş yaşındaki kocasıyla gelmiş. Ben şuna tanık oldum oyunu izlediğim zamanlarda; on beş yaşında çocuklar ağlıyor, ki onun ağlaması beni umutlandırıyor. Demek ki bir duyarlılığı var. Yetmiş yaşındaki teyzeler, amcalar çok etkilendiğini söylüyor. Orta yaş genelde unuttuğumuz şeyleri hatırlattınız diyor. O yüzden de bu bir ilişki değil, insanlaşma oyunu.


13) Oyunun ilk yarısında tamamen erkek karakter üzerine kurulmuş bir olay örgüsü varken, ikinci yarıda da kadının olay örgüsü üzerine kurulmuş bir çatışma izledik. İkisini ayrı iki perde de vermenizin bir özelliği var mıydı?


- Onu yazar ayırmış, bence bu metnin en güçlü taraflarından biri, bir tarafı tutmuyor, bir tarafı suçlamıyor. Her iki tarafa da savunma hakkı veriyor. Bunu tiyatro açısından düşündüğümüzde bir taraftan dinlemek, bir taraftan izlemek seyirciyi rahatlatıyor ve daha objektif bakmasına neden oluyor. Çünkü burada bir cinsiyet meselesi de olduğu için, kadın erkek meselesi de olduğu için yazarın bunu bu şekilde yapması çok doğru bir seçim. Her iki tarafı da rahatlatıyor ve her iki tarafı da sorgulatıyor. Yazar bunu iki perde yapmış, neden? Bu gerilim ve rahatlatma için.


14) Oyunun içinde derin bir komedi, ağır bir felsefe var. Her dramın kendi içinde gülünç olan yanları vardır diyerek, gerçek hayatta da bunun böyle olduğunu savunabilir miyiz?


- Bence bu metnin en büyük özelliği ve yazarın başarısı, gerçek hayat dediğimiz şeyin, tam kendisi olması. Tek farkı sahne dediğimiz kapalı bir alanda, oyuncu dediğimiz insanlar tarafından yeniden yaratılması. O kadar gerçek anlar ve o kadar gerçek cümleler var ki zaten bence bu oyunun bu kadar etkili, İstanbul seyircisi gibi dikkatli bir seyirciyi etkiliyor olmasının nedeni günlük hayata çok yakın olması, bunun hem samimi biçimde anlatılıyor olması hem de etkili bir biçimde oynanıyor olması. O yüzden de yazarın bir kadın duyarlılığı olması kesinlikle çok etkili ve bir de yazarımız Pervin Ünalp’in oyuncu olduğu için, oyuncudaki matematiği de çok iyi bildiği için çok etkileyici bir oyun ortaya çıktı. Her seyirci oyundan mutlaka sosyal medyada bir söz paylaşıyor. Yaşama dair bir motto sunuyor yazarımız.


15) Peki oyunda da yansıtıldığı üzere, birine kaçtığı gerçekleri göstermek için onun üstüne gitmek, itiraf ettirmek ve ona farklı bir gözden ayna tutmak sağlıklı bir formül mü?


- Çok güzel bir soru. Yüzleşmek yani?


- Evet.


- İnsan narsistik bir varlık olduğu için ve kendini sosyal alanda ifade etmeye çalışmak için egolarını ve komplekslerini devreye soktuğu için yüzleşme (Özellikle bu kadar gösterinin ve imajın öne çıktığı bir yaşam biçiminde) çok zor bir kavramdır. Bencilleşme olduğu için, herkes sosyal medyadan dolayı kendisini yaşamdaki özne olduğunu düşünüyor. Ben bunu Narkissos’un mitolojideki öyküsüne benzetiyorum. ‘Sudaki yansımasına doyamayıp ona sarılmak isterken boğulan Narkissos... Onun öyküsü hepimizin öyküsü aslında özellikle bu yaşadığımız çağda... Böyle düşünen birine, yaşama kendi benliği üzerine ve kendiliği üzerine kurmuş bir insana sen yanlışsın diyemezsin. Kavga çıkar. Bence bu metnin en önemli özelliklerinden birisi, dediğiniz gibi bu yüzleşmeye ayna tutması ve bunu kışkırtması. Tekst bunu başarıyor mu? Evet. Bunun en büyük nedeni, yazardan gelen derinliği ve samimiyeti koruduğumuz provadan kaynaklı. Biz provada bu ilişkileri irdelerken herkes kendi hikayesini anlattı. Başta ben; her zaman kendi komplekslerimi, kendi zaaflarımı anlatırım. Kendimi çıplak sunarım ki, o da bana kendini çıplak sunsun. Bu provada da önce ben kendimi anlattım. Sonra oyuncularımız Elçin Atamgüç, Vildan Gürelman, Defne Gürmen, Zafer Kurşan anlattı; kimi ağladı kimi güldü, bazıları unuttuğu şeyleri hatırladı, affedemediği birini affetti, pişmanlıklarını dile getirdi (En başta ben olmak üzere)… O yüzden de evet, yüzleşmek zor ama bu oyun hem metindeki samimiyetten hem de sahneleme ve oyunculuktaki samimiyetten dolayı bu yüzleşmeyi sağlıyor ve hatta bu yüzleşmeye hasret olan binlerce insan bize teşekkür ediyor. İşte tiyatronun gücü de bu zaten. Biz onlarca mesaj alıyoruz, sosyal medya sağ olsun. bize şunun için teşekkür ediyorlar: Kendimle ilgili çözemediğim bir şey vardı bunu çözdüm sayenizde, işte eşimle ayrılmak üzereydik bir kez daha yüzleştik, unuttuğumuz şeylerden biri olan konuşmayı hoşgörüyü, uzlaşmayı tekrar gerçekleştirebildik. Mesela bir seyircimiz, kardeşiyle arası bozukmuş -henüz yirmili yaşlarda- bu oyun sayesinde kendisi gidip kardeşine ‘Sen benim kardeşimsin, bana ne yapıyorsan seni affediyorum’ demiş. Şuna ben inanıyorum; insanoğlu toprağa ait, insanoğlu maneviyata ait bir varlık. Bunun dışında yaşayamaz kendi kendini infilak ettirir. O yüzden de siz ne kadar teknolojiyi önüne sunsanız, onu bencilleştirmeye, yalnızlaştırmaya zorlasanız da eminim insanın maneviyatına bir an dokunmanız yeterli olacaktır. Şimdi biz oturup bugünün insanları olarak şunu düşünmeliyiz; bize bunu yapmaya çalışanlar niye yapıyor? Bu maneviyatımızı ve kendi değerimizi, yaşamımızı yok etmeye çalışanlar niye bunu bize yapıyor? Ve biz bunu karşısında nasıl durabiliriz? Söyleyeceğim tek şey var; bunun karşısında yalnızca sevgi ile durabiliriz. Zaten broşürümüzde de yazdığı gibi, sevgi terapidir.


16) Önünüzde nasıl bir takvim var? Başka bir oyun çalışmanız da olacak mı bu süre içinde?


- Önümdeki tablo şu; çalışmak, çalışmak, çalışmak, daha çok çalışmak, daha çok keşfetmek, daha çok üretmek, daha çok paylaşmak, daha çok insanın hayatına dokunmak ve daha çok insan tarafından hayatıma dokunulmasına izin vermek... Yaşasın hayat! Yaşasın Tiyatro!