Osmanlı Devleti’ndeki İslam medreselerinin en yükseği olan Medresetü’l-Mütehassısîn yani Yüksek İhtisas Üniversite

Osmanlı Devleti’ndeki İslam medreselerinin en yükseği olan Medresetü’l-Mütehassısîn yani Yüksek İhtisas Üniversitesi’nde tasavvuf kürsüsü müderrisi yani profesörü olan Seyyid Abdülhakîm Arvâsî hazretlerinin 1341 (1924) yılında İstanbul’da basılan Râbıta-i Şerîfe kitabında şu bilgiler yazılıdır:



“İslam dini, Allahü teâlânın, Cebrail ismindeki melek vasıtası ile sevgili peygamberi Muhammed ‘aleyhisselâm’a gönderdiği, insanların dünyada ve ahirette rahat ve mesut olmalarını sağlayan, usul ve kaidelerdir. Bütün üstünlükler, faydalı şeyler, İslamiyet’in içindedir. İslamiyet eski dinlerin görünür ve görünmez bütün iyiliklerini kendinde toplamıştır. Bütün saadetler ve muvaffakıyetler ondadır. Yanılmayan ve şaşırmayan akılların kabul edeceği esaslardan ve ahlaktan ibarettir. Yaratılışında kusursuz olanlar, onu reddetmez ve nefret etmez. İslamiyet’in içinde hiçbir zarar yoktur. İslamiyet’in dışında hiçbir menfaat yoktur ve olamaz. İslamiyet’in haricinde bir menfaat düşünmek, seraptan su, içecek beklemek gibidir.



İslamiyet insanların birbirlerini sevmelerini, yardımlaşmalarını, kardeşçe yaşamalarını, memleketleri imar etmeyi, insanları refaha kavuşturmayı emretmekte, Allahü teâlânın emirlerine saygı göstermeyi ve mahluklara merhameti, toprağını, bayrağını sevmeyi, kanunlara itaat etmeyi, vergilerini vaktinde ve dürüst olarak ödemeyi istemektedir. Nefsin temizlenmesini temin etmekte, kötü huyları iyi huylardan ayırmaktadır.



İslamiyet iyi huylu olmayı emredip kötü huyları şiddetle reddeder ve yasaklar. Gayrimüslim vatandaşlarla ve başka mezhepten olanlar ile iyi geçinmeyi, her cihetten iffeti ve hayayı emreder. Tam sıhhatli olmaya cebreder. Tembelliği, boş vakit geçirmeyi red ve men eder. Ziraatı, ticareti ve sanatı kati olarak emreder. İlme, fenne, tekniğe, endüstriye layık olduğu üzere ehemmiyet verir. İnsanların yardımlaşmasını, birbirlerine hizmet etmesini ehemmiyet ile istemektedir. Dini, vatanı, mezhebi ve inanışı başka olanların, canlarını, mallarını ve namuslarını korumaya cebredip, bunlara saldırmayı kesinlikle men eder. Herkese karşı bir hak ve mesuliyet gözetmektedir.



İslamiyet saadet-i dâreyni yani hem dünya hem de ahiret saadetini temin eder. Başka dinler böyle değildir. Başka dinlerin hepsi bozulmuş, ilâhî hükümler yerine, insan kafasından çıkan fikirler ve düşünceler yer almıştır. Bunun için, ilerleyen ve değişen hayat karşısında, şekiller ve ölü kelimeler hâlinde kalmışlardır. Allahü teâlâ İslam dinini, hayatın yürümesini, ihtiyaçların değişmesini karşılayacak, terakkileri sağlayacak esaslar üzerine kurmuştur.”



KİŞİLERİN SUÇU İSLAM’A YÜKLENEMEZ



Cenabı Hakk’ın insanların dünya ve ahiret saadetine erişmeleri için gönderdiği son din olan İslamiyet, böylesine en mükemmel emir ve yasakları içinde barındırdığı hâlde dine aykırı hareket edenlerin, hele hele haram ve yasakları din adına işledikleri iddiasında olanların bu suçlarını İslamiyet’e yüklemek tam bir insafsızlık olur. Gerçek bir Müslüman, değil başkalarına zarar veren haram ve yasakları, mensubu olduğu Müslümanlığın şerefine bir halel gelmesin diye zararı sadece kendisine olanları bile işlememeye son derece itina gösterir.



Ne yazık ki çağımızda İslam adına terör örgütleri kuran, masum insanları öldürerek katliam yapan, din adına kendi dindaşlarını bile katleden insan kılığındaki zalimler türemiştir. Bunlar Müslüman isimleri taşımakta iseler de İslamiyet ile uzaktan ve yakından alakaları yoktur. Çıkardıkları fitne sebebiyle bütün Müslümanlara zarar vermekte, mukaddes dinimizi ve Müslümanları töhmet altında bırakmaktadırlar. Batı ve ABD bu örgütlerin, Müslümanları birbirine kırdırmak için kendilerinin desteğiyle kurulduğunu çok iyi bildikleri hâlde fırsatı değerlendirerek İslamiyet’e alçakça saldırmaktadır.



Hâlbuki fitne çıkarmak, ortalığı karıştırmak, felâkete sebep olmaktır, haramdır. Hakiki Müslüman hem İslamiyet’e uyar, günah işlemez hem de kanunlara uyar, suç işlemez. Fitne çıkarmaz. Hiçbir mahluka zarar vermez. “İnsanların en iyisi, insanlara faydalı olanıdır.” ve “İmanı üstün olanınız, ahlâkı güzel olanınızdır!” hadîs-i şerîflerini hiç unutmaz.



Gerçek bir Müslüman’ın nasıl olması gerektiğini anlatan ve makalemin sonuna kadar devam eden aşağıdaki bilgileri, Hakikat Kitabevi yayınlarından İslam Ahlakı kitabından iktibas ederek arz ediyorum:



“Hadîs-i şerîflerde buyuruldu ki: ‘Allahü teâlâ tevazu üzere olmayı bana emreyledi. Hiçbiriniz, hiçbir kimseye tekebbür etmeyiniz!’ Gayrimüslim vatandaşlara ve yurt dışından gelmiş olan yabancı tüccarlara, ecnebi iş adamlarına ve turistlere de tekebbür etmemek lazım olduğu, bu hadîs-i şerîften anlaşılmaktadır. Her insana tevazu yapmak lazım olunca, onlara hıyanet yapmak, incitmek hiç câiz değildir.



Dârü’l-harpte yani kâfir memleketlerinde bulunan kâfirlerin mallarına, canlarına, ırzlarına, namuslarına saldırmanın, orada da hırsızlık, çapulculuk yapmanın, can yakmanın, kâfirlerin de kanunlarına karşı koymanın, idarecilerine hakaret etmenin, huzursuzluk, karışıklık çıkarmanın, vergi kaçakçılığı yapmanın, nakil vasıtalarının ücretlerini ödememenin ve İslam’ın şerefine ve güzel ahlakına yakışmayan herhangi bir çirkin harekette bulunmanın câiz olmadığı, bu hadîs-i şerîften ve yukarıda yazılı açıklamasından da anlaşılmaktadır.



Kâfir memleketlerindeki Hristiyan kanunlarına karşı gelmemek, onları ülü’l-emr olarak tanımak demek değildir. Hükûmete, kanunlara karşı gelmek, nerde olursa olsun, fitne çıkmasına sebep olur. Fitneye sebep olmak haramdır. Bir kimse, İslam memleketinde veya kâfir memleketinde, Peygamber efendimizin bu emrine uymayarak kâfirlere karşı da edepsizlik, taşkınlık yaparsa, onların idarelerine, karşı gelerek suç işlerse, günah işlemiş olacağı gibi, İslamiyet’i ve Müslümanları bütün dünyaya karşı barbar olarak tanıtmış olur. İslamiyet’e büyük hıyanet yapmış olur.



CİHAT NE DEMEKTİR?



Cihat, ‘Emr-i ma’rûf ve nehy-i ani’l-münker’ yani Allahü teâlânın emirlerini ve yasaklarını öğretmek ve uygulatmak demektir. Bu cihat ikiye ayrılır: Birincisi kâfirlere İslamiyet’i tanıtmak, onları küfür felaketinden kurtarmaktır. İkincisi Müslümanlara ilmihâllerini öğretmek, onların haram işlemelerine mâni olmaktır.



Bunların her ikisi de üç türlü yapılır. Birincisi beden ile yapmaktır. Beden ile yani her türlü harp vasıtaları ile cihat yapmak, İslamiyet’ten haberleri olmayarak başkalarından görmekle veya zalimlerin, sömürücülerin baskıları ve işkenceleri ve aldatmaları ile küfre sürüklenmiş olan zavallılara İslamiyet’i bildirmeye engel olan diktatörlere, emperyalist güçlere karşı olur. En modern harp vasıtaları ile dövüşerek bu zalim diktatörlerin, emperyalistlerin güçleri, kuvvetleri yok edilerek bunların pençeleri, baskıları altında inleyen zavallı milletler esaretten, kölelikten kurtarılır. Bunlara İslamiyet öğretilerek seve seve Müslüman olmaları teklif olunur. Kabul etmezlerse, Müslümanlarla birlikte İslam dininin âdil, hürriyetçi ve eşitlik emreden kanatları altında, Müslümanlarla aynı haklara malik olarak ve kendi dinlerinin icaplarını ve ibadetlerini serbestçe yapmak suretiyle yaşamalarına izin verilir.



SİLAHLI CİHADI YALNIZ DEVLET YAPAR



Bu silahlı cihadı, muharebeyi yalnız devlet yapar. Yani devletin ordusu, savunma kuvvetleri yapar. Devletin emri, bilgisi, izni olmadan hiçbir Müslüman’ın kâfirlere saldırması, eşkıyalık yapması caiz değildir. Devletin sulh yaptığı kâfirlerden birini öldüren Müslüman’ı, İslam dini en ağır cezaya çarptırmaktadır.



Görülüyor ki, İslam dininde cihat demek, memleketleri yıkmak, insanları öldürmek demek değildir. İnsanlara İslamiyet’i tanıtarak, kendiliklerinden seve seve Müslüman olmalarına çalışmak demektir. Peygamber efendimiz ve Eshâb-ı kirâm ve hakiki Müslüman olan İslam devletleri, mesela Osmanlılar, hep böyle cihat ettiler. Güçsüz, savunmasız insanlara saldırmadılar. Bu insanlara İslamiyet’in ulaştırılmasına, tanıtılmasına mâni olan, İslam düşmanı, kâfir diktatörlerle, emperyalistlerle ve Müslüman ismini taşıyan bidat sâhibi bölücülerle harp ederek, bunların sömürücü, ezici güçlerini yok ettiler. Bu işkence güçlerinin altında inleyen insanları kurtararak hürriyete kavuşturdular. Onlara İslamiyet’i öğretip kendiliklerinden seve seve hakiki Müslüman olmalarına, ebedî saadete kavuşmalarına sebep oldular.



İslâm devletinin, İslam ordusunun ikinci vazifesi Müslümanları ve İslam dinini yok etmek için, İslam memleketlerine saldıran kâfirlere ve sapık inançlı bölücülere karşı cihat ederek, Müslümanları ve İslam dinini korumaktır. Allahü teâlâ Enfâl sûresinde, İslam devletinin kâfir memleketlerinde yapılan harp silahlarını araştırıp öğrenip bunların hepsini, sulh zamanında yapmalarını emrediyor. Bunları yapmayan bir hükûmet, İslamiyet’e uymamış olur. Düşmanların hücumlarına cevap veremeyip binlerce Müslüman’ın şehit olmasına ve İslamiyet’in zayıflamasına sebep olur. (Allah’ın ve sizin düşmanlarınızı ve onların gerisinde olup sizin bilmediğiniz, ama Allah’ın bildiklerini korkutup caydırmak üzere, onlara karşı elinizden geldiği kadar güç ve savaş atları hazırlayın. Enfâl sûresi, 60)



GÜNÜMÜZÜN EN KIYMETLİ CİHADI



İslâm cihadının ikinci şekli, her türlü neşir vasıtası ile İslamiyet’i insanlara yaymak, duyurmaktır. İslam’ın iç ve dış düşmanlarının yıkıcı, aldatıcı propagandalarına karşı Ehl-i sünnet âlimlerinin, hakiki Müslümanlığı yani Muhammed ‘aleyhisselâm’ın ve Eshâb-ı kirâmın yolunu, neşir vasıtaları ile bütün dünyaya yaymaları, günümüzün en kıymetli cihadıdır.



VE DUA…



Cihadın üçüncü kısmı, dua ile yapılan cihattır. Bütün Müslümanların bu cihadı yapmaları farz-ı ayndır. Bu cihadı yapmamak büyük günah olur. Bu cihadı yapmak, cihadın birinci ve ikinci kısımlarını yapanlara dua etmekle olur. Leşker-i gaza, leşker-i duanın yardımına muhtaçtır. İhlâs ile yapılan dua muhakkak kabul olur.