“Ona okuyamayacaksam eğer, yazdıklarımı onun nasıl bulduğunu öğrenmek için sabırsızlıkla beklemeyeceksem, yazmak il

“Ona okuyamayacaksam eğer, yazdıklarımı onun nasıl bulduğunu öğrenmek için sabırsızlıkla beklemeyeceksem, yazmak ilgimi çekmiyor.” demişti Juan Ramon Jimenez.



Dünyası yıkılmak, güneşini kaybetmek böyle bir şeydi. İnsan, hayat denetiminden ve yörüngesinden uzaklaşıyordu. Her şey tesirini yitiriyor, geriye metalik sesler çıkaran kocaman bir boşluk ve nefes kesikliği kalıyordu.



Enrique Vila-Matas bir kitabında kaleme almıştı bu anlatıyı… Ahmet Altan’da köşesinde biraz soğuk, mesafeli ama çok etkili yazmıştı.



Çağdaş İspanyol şiirinin kurucularından, şair Juan Ramon Jimenez, eşi Zenobia Camprubi Aymar'ı çok seviyor ve ona yüreğiyle saygı duyuyordu. Çünkü eşi onun ilham kaynağı, yardımcısı, dostu ve hayat arkadaşıydı.



Fakat Zenobia kanser tedavisi görüyordu, hatta bu kötü hastalık bütün evreleri geçmiş; sona yaklaşılmıştı.



O günlerde kader de ağlarını örüyor, hayatlarında bir takım güzel gelişmeler oluyordu.



‘Platero ile Ben, Bir Endülüs Ağıtı’nın yazarı Juan Ramon Jimenez’in, o yıl (1956) Nobel Edebiyat Ödülü’nü aldığı açıklanacak, yıllarca kelime işçisi olarak yapmaya çalıştığı, kimileri tarafından görmezden gelinen gayretleri büyük bir otoriteden geçer not alacaktı. 



Kendisine, eşinin Nobel Edebiyat Ödülü’nü aldığından bahsettiklerinde, Zenobia Camprubi Aymar, sekerata girmiş, ölüm sarhoşluğu yaşıyordu artık.



Aldığı müjdeli haber karşılığında, ‘kâğıt hışırtısını andıran’ bir sesle İspanyolca ninni söylemişti, gözleri perdelendikten sonra da ölümün huzurlu kollarına bırakmıştı kendini.



Juan Ramon Jimenez, eşini gömdükten veya küllerini savurduktan sonra eve gelmiş, histerik bir şekilde bir müddet dolaşmıştı.



Sonra, hazırunda bulunanların şaşkınlık ve korku dolu bakışları eşliğinde, üzerinde Alfred Bernhard Nobel’in kabartması bulunan Nobel Edebiyat Ödülü’nü ayaklarının altına almış, gözyaşları içinde paramparça etmişti.



Ondan sonraki hayatını mutlu bir şekilde yaşamadı Juan Ramon Jimenez, eşine sadık kalıp tamamıyla eski, nadide günlerin özlemine, sevgisine ve ulvî şemsiyesi altına sığındı.



Vakarını, ciddiyetini hep korudu ve o yas halinden çıkmadı. Üstelik bir daha da yazmadı. Evet, tek bir satır bile kaleme almadı. 



Dünyası yıkılmak böyle bir şeydi, insan güneşini, yansımasını kaybediyordu. Her şey etkisini, anlamını yitiriyor, geriye, metalik sesler çıkarıp insana kıymıksı acılar veren kocaman bir boşluk kalıyordu.



“Ona okuyamayacaksam eğer, yazdıklarımı onun nasıl bulduğunu öğrenmek için sabırsızlıkla beklemeyeceksem, yazmak ilgimi çekmiyor.” diyordu Juan Ramon Jimenez.



Usundan döktüklerini, sevdiğine okumak, eserlerinin taslaklarını âşık olduğu kadının nasıl bulduğunu sabırsızlıkla beklemek ve ondan tavsiyeler almak bir yazar için çok önemli ve ayrıcalıklıydı.



Bu biraz da, bir kız çocuğunun yaptığı resmi babasına gösterip heyecanla onun tepkisini almak gibi bir şeydi.



Güzellik uğruna yollara düşmüş üzgün ve hüzünlü bir ozan ile şen bir eşeğin hikâyesini yazan ve bu hikâye Avrupa’da çok büyük ses getirip başyapıt olan Juan Ramon Jimenez, yıllar önce, bir şiirinde çok sevdiği eşi, Zenobia Camprubi Aymar’a şöyle seslenmişti.



Öylece de seni severdim, kadın.



Yeniden taş doğsaydım,



Öylece de seni severdim, kadın.



Yeniden dalga doğsaydım,



Öylece de seni severdim, kadın.



Yeniden ateş doğsaydım,



Öylece de seni severdim, kadın.



Yeniden erkek doğsaydım.



(Çeviri: Nevzat HATKO)



Ve eşinin ölümünden iki yıl sonra, ‘kâğıt hışırtısını andıran’ bir sesle İspanyolca ninni söyledikten sonra büyük şair de hayata gözlerini yumdu. Biricik eşine kavuştu.