RÖPORTAJ: GİZEM YILDIZ



OYUNUN KONUSU



“Günışığına Mektup”, bir bilim insanı olan doktor annenin hasta kızına can vermek ve onu mücadele ettiği amansız hastalıktan kurtarmak uğruna başka hayatları feda etmesini ana eksen olarak belirlemiş, güçlü bir çatışmayla yapılandırılmış dramatik bir hikâyedir. Bilim insanı olan doktor bir annenin hasta kızına can vermek uğruna, onu mücadele ettiği amansız hastalıktan kurtaracak ilacın bulunması yolunda feda ettiği canlar; sahipsiz ‟, kimsesi olmayan mültecilerdir. Fakat ilacı kullanacak olan Ebru avukattır ve mültecilerin tarafındadır. Bütün gerçekleri „günışığı‟na çıkaracak kişidir.



Mücadele ettiği hastalık yetmezmiş gibi, sevdiği insanların arazlı vicdan duygularıyla da mücadeleye girişir. Birilerinden daha değersiz görülen mültecilerin de can taşıdığını ve kimsenin kimseden daha az değerli olmadığı gerçeğini hatırlatmak için sıkı bir savaş verir. Böylece o, kıyıya vurmuş milyonlarca denizyıldızından birini kurtarır, diğerlerini kurtarmanın bizim elimizde olduğu bilgisine göz kırparak. Suç nedir? Peki ya ceza? Hem ne anlama geliyor şu “Adalet! Adalet!” dedikleri? Mutlak olanı var mıdır? Yoksa kişiden kişiye değişir mi?





Günışığına Mektup oyunuyla biz izleyenleri büyülediniz. Gerçekten derin bir anlatımı, parmak kaldırmak için bir hikayesi olan insanların oyunu olmuş. Üçünüzün performansı da müthişti... Fedakarlıkla vefasızlık, adaletle vicdan arasında üç kişinin, en çokta anne-kızın dramını konu alan bu oyunun içinde nasıl buluştunuz Sevtap Hanım?

- S Ç: Biz Tiyatro Pas olarak bir oyun arayışına girdik. Daha öncesinde başka bir oyun vardı, ama o olmadı. Yusuf Bey, o sırada çok enteresan bir şekilde bu metni gönderdi. Okuduktan sonra ben metni çok beğendim. Günışığına Mektup oyununun çok evrensel bir konusu var. Sahne üzerinde de oluru olduğunu düşündüm. Sonra yönetmenimiz Caner Bey okudu.  Herkes olur deyince yapmaya karar verdik.



Bir annenin kızı için neleri göze aldığını ve kızımızın onu tek başına büyütmüş annesi için neleri göze alamadığını görüyorum. İpek karakteri için adalet hangi noktada başlıyor?



- Her noktasında var aslında, lakin annenin bu düşüncelere adım attığı andan itibaren, ben adaletle ilgili bir sorguya girdiğini düşünmüyorum. Eğer öyle bir sorgunun içerisine girse yapamaz.





İsminin Günışığına Mektup olmasının seyirciye aktarmak istediği özel bir anlamı var mı?



- Gerçeklerin günışığına çıkması gibi deyimler vardır. Aslında temel olarak ismin özelliği bu deyimden kaynaklı. Mektup da, annenin kıza yazdığı veda mektubuyla günışığına çıkardığı bazı itirafları kapsıyor.  Ben mektubun içeriğine baktığımda, bence mektup onu ifade etmiyor, ama o dış sorgulamayı yaptırıyor. Kadının kendi içinde bunu sorguladığını ilk gösteren şey, oyunun sonunda yazdığı mektup oluyor. O da kızı öğrendikten sonra sorgulamaya gitmesini gösteriyor. Bu olayları yaparken sorgulamıyor; kimin canını aldığı önemli değil, onun için tek doğru olan şey, kızının hayatını kurtarması.



U Ö: Mektubun içerisinde bazı yerlerde kızına olan sevgisini de anlatıyor. Zaten kadının iç hesaplaşmasını bir tek o kısımda görüyoruz.



Dışarıdan bir izleyici gözüyle baktığınızda İpek Hanım haklı mı?



U Ö: Bir anne olamama adayı olarak (gülerek) bana göre haklıydı. Bir anne bu fedakarlığı yapar. İstisnalar kaideyi bozmaz, ama İpek Hanım’ın yaptıklarını yapanlar var. Evladı için her şeyi yapacak anneler var. Bana göre oyunda haksız olan kimse yok. Herkesi haklı kılan nedenler var.



S Ç: Ben şöyle bir insanım; kendi kanımdan da olsa, kendi canımdan da olsa, eğer ortada bir yanlış varsa ben o yanlışı savunan biri değilimdir. Evladım da olsa bunu yapmayabilirdim, ama bu kadere razı olmak değil, başka bir yol arardım.



- Başka annelerin, evlatların canını yakmazdınız.



- S Ç: Yakmazdım gibi geliyor, ama bir anne bunu yapabilir mi? – evet. Zaten böyle bir şeyi, bir anne yapabilir. Ben Sevtap Çapan olarak, o 13 kişiyi ölüme yollayamazdım. Bende öyle bir adalet ve değer yargısı var.



- Normalde çok vahşi durabilir, ama bir anne gözüyle baktığın zaman, ancak o zaman haklı bulunabilir...



- S Ç: Bir de şöyle bir şey var; bunlar şimdi bilimsel bir çalışma yapıyor. 13 mülteciden söz ediliyor oyunda. 13 mülteci o ülkeye geldiği anda, 13 tane beyin tümörü hastası bulabilir mi acaba? Yüzde oranı çok düşüktür. Tabi bunun içerisinde bir de, öncelikle o kobaya hastalığı enjekte etmek gerekiyor. Ondan sonra da iyileştirme süreci takip ediliyor. Böyle bir vahşet var ortada. Dolayısıyla gerçekler üzerinden gidildiğinde, benim için vahşi bir yerde duruyor.





Kişinin vicdan anlayışı ve devlet anayasasının koyduğu hukuk kuralları arasında kaldığımızda, gündelik hayatımızda veya seçim yapmak zorunda kaldığımız anlarda hangisini seçiyoruz? Ya da hangisi bize daha yakın oluyor?



- S Ç: İpek olarak böyle bir şeyi söylersek, kadın kendine göre bütün kuralları çiğniyor. Gündelik yaşamını çiğniyor, mesleğini çiğniyor, hukuk kurallarını çiğniyor, kariyerini eziyor ve bunu bile bile yapıyor. Vicdanıyla arasında kaldığında bu seçimi bile bile yapıyor. İpek, bilinçli bir kadın, ama sonuçta o da insan. Vicdanını itmiş bir kadın.



U Ö: İçten içe yanlış olduğunu bildiğini de, o son mektupta söylüyor. Anlamış ki biliyor.



S Ç: Murat’la konuşmasında da “Sana nasıl söyleyeceğimi bilmiyorum” diye başlıyor. Kadın çok güçlüyü oynuyor. Hata yaptığını bilse de o güçlü imajından asla ödün vermiyor. “Ben ne yanlış yaptım ki” diyor. Hatadan söz ediliyor oyunda, ama o “Hayır” diyor. “Bu sonuncu kadın hataydı, ama ondan öncekiler değildi”



- Çünkü onların kimsesi yoktu, kurtulma şansı da yoktu. Onları insan hayatı olarak görmüyor.



- S Ç: “Ama Ravan’ı biz nasıl atladık. Benim tek hatan bu!” diyor. Bu kadar ciddi bir şey söylüyor kıza. Hala vicdan yok orada “Siz yeniyetmeler ne derdiniz bilmiyorum, ama ben fedakârlık derim buna” diyor. Kimsesiz olmak ölü olmakla eş değer. Aslında İpek’te terk edilmiş kocası tarafından, şimdi bunu, kimsesiz kalmamak adına yapıyor.



Peki, bu oyunu kabul ettiğiniz zaman ikinizde de ortak bir noktaya dokunan, temasında sizi içine çeken, dokusu yüreğinizi titreten detay veya bütün ne oldu?



- U Ö: Bence metnin çok fazla çatışması var. Bütün karakterler arasında bir düğüm söz konusu ve bu oyunu sürekli aksiyon içerisinde kılıyor. Ben içinde aksiyon olan şeyleri daha çok seviyorum. Bir de, oyunun içinde beni daha çok cezp eden kısmı, Uğur olarak ben de hak kavramına çok değer veririm ve oyunun içinde hak, adalet kavramları çok güçlü. Seyircilere bunu sorgulatabiliyoruz.



S Ç: Zaten oyunu ben beğendim. Benim için de en büyük sebebi, dramaturgi açısından sağlam bir yapısı olması. Biraz sahneye uyarlama konusunda girift olması sıkıntılıydı, onun haricinde evrensel bir konu olması çok önemliydi.  Benim bu oyunda en çok hoşuma giden şey, üç karakterin de çok güçlü bir yapıya sahip olmasıydı. Murat’ın rolü en zayıf halka gibi algılanılıyor, ama seyrederken öyle değil. Birçok seyirci bunu fark ediyor, çünkü Murat karakteri oyunun içindeki denge. Hayatta en zor şey dengedir.





Oyunda dikkatimi çeken bir noktada, hem güçlü bir anne – kız, hem sınanan bir aşk hikayesi izledik, ama bunun yanı sıra mültecilerin hapsedilmiş, reddedilmiş, istenilmemiş hayatlarını da ele alarak güçlü bir mesaj veriyor olmanızdı...



S Ç: Yazarın mültecilere değinmesi söz konusu ama baskın bir hakimiyetleri yok hikayede. Mülteciyi kullanmasa ne olurdu?



- Belki bu kadar ilgi çekmezdi. Ben kendi açımdan baktığımda



- Öyle mi diyorsun?



- Şuan Türkiye’nin kanayan yarasına parmak basıldığı için daha bir ilgi çekici duruyor.



- S Ç: İşte Evrensel dediğim nokta bu. Sadece Türkiye’de değil, dünyanın dört bir yerinde mülteci var ve bu insanlara çok fazla şeyler yapılıyor, ama bu mültecilere de o ülkeye gelip, sahibi gibi davranması hakkını vermiyor. Her insan hayatı önemli, biri diğerinden az değerli değil.



U Ö: Türkiye Cumhuriyeti Vatandaşı olsaydı bu insanlar, akrabalarının çıkma ihtimali çok yüksekti.



S Ç: Şimdi neden mültecilere böyle bakılıyor? –Çünkü orada bir değer var. Sen yurdunu bir sebeple bırakıp kaçıyorsun. Sebebin ne olursa olsun memleketini terk ediyorsun. Kurtuluş Savaşı’nda herkes bu ülkeden kaçıp gitseydi, Çanakkale geçilemez miydi? – geçilirdi. Bir de şöyle bir durum var; eğer, Hitler döneminde o Yahudiler kaçamamış olsaydı, belki şuan Yahudi kalmayacaktı. O kadar değişik bir denge ki, bunun ortasını tutturmak yerine göre çok değişken olabiliyor.



Sevtap Hanım, oyuna bir açıdan baktığım zaman güçlü ve zayıfların hikayesini ele almasıydı, çünkü İpek Hanım hastanenin başhekimi olmasaydı tüm bunları yapamazdı...



- S Ç: Bir açıdan öyle, katılıyorum, fakat bu kadar gücü ya da parası olan nice insanlar var ki, çocukları önemli hastalıklar geçiriyorlar ve dünyanın dört bir yerinden para akıtsalar da çocuklarının hayatlarını kurtaramayabiliyorlar.



U Ö: Sakıp Sabancı’nın bir lafı vardır ya “Bisiklet fabrikam var, ama oğlum binemiyor”



S Ç: Zaten yaşamın kendinde bir adaletsizlik var. Aslında biz onu çözemiyoruz.



Günışığına Mektup oyununun gerçek hayatlara dokunmasının, insanlara kendisini sorgulatmasının, bir iç hesaplaşmaya gitmesinin en güçlü nedeni herkesin içinde bir İpek, bir de Murat olması olabilir mi?



S Ç: Olabilir, ama şöyle bir enteresanlık var; bu herkesin yaşayabileceği bir durum değilken, bu metin insanlara “Ben onun yerinde olsaydım ne yapardım?” sorgulatmasını yaptırıyor. Herkesin yaşabileceği bir durum asla değil, ama buna benzer günlük hayatta yaşadığın ya da iş ortamında yaşadığın bir sorunda, ortaya çıkan oluşumlara çağrışım yapıyor. Öyle bir çağrışımı olduğu için insanlarla o sorgulamayı yapabiliyor.



Uğur Bey, anne – kızın adalet sorgulaması arasında çekişen Murat’ın Ebru’dan beklentisi neydi?



U Ö: Adam aslında kızı seviyor, sevmiyor değil. Sevmese zaten geri dönmez.



- Ama sonrasında temelli gidiyor.



U Ö: Sonunda gidiyor, ama kıza engel olamayacağını görüyor artık. Belki de bu oyunun içerisinde en vicdanlı adam Murat, çünkü Murat’ın anneden beklentileri var, annenin konumundan dolayı kızla beraberliği var, ama kızı da seviyor, vicdanından dolayı yapılanlara isyan ediyor ve gidiyor, ama kızı sevdiği için tekrar geri dönüyor.



- Kıza duyduğu merhamet var, aşk yok.



U Ö: Merhameti daha ağır basıyor olabilir, ama aynı zamanda aşıkta kıza.



- Kendi ailesinde yaşayamadığı bir sevgi açlığı var.



- Evet. Bu doğru.



Murat’ın takdir ettiği İpek Hanım’ın gerçek yüzünü görmesiyle içinde aile olma duygusunun zedelenmesi, Ebru’yla kuracağı hayalleri yarım bırakmasının güçlü bir nedeni olabilir mi?



U Ö: Sebeplerden biri bu olabilir, ama asıl neden bu değil. Asıl neden, Murat’ın merhameti ve vicdanı arasında kalması. Evet, Murat her ne kadar annenin haksız olduğunu düşünse de, sonunda annesinin mektubundan sonra Ebru’ya “Annen o senin ya! Seni doğuran kadın, içeride ölümle pençeleşiyor, nasıl böyle durabilirsin?” diyor. Yani, vicdanı ağır basıyor. Yeni bir son yazsaydık, anneyi kurtarmış olsalardı, belki ondan sonra kızının anneye benzemesini düşünebilirdi



Peki, Uğur Bey, siz Murat’ın yerinde olsaydınız aynı şeyleri yapar mıydınız?



- U Ö: Bazı yaptıklarına evet, bazı yaptıklarına hayır. Vicdanıyla davranması için evet, ama bir yerlere gelme çabası, konumunu kaybetmeme çabası ve bunun için, bir yandan da orada olma isteği gibi şeyleri yapmazdım. Bir yerlere gelmek için birilerini merdiven olarak kullanmazdım.



Koşulsuz sevgi mi daha önemli yoksa aşk için bile olsa kire pasa, çamura bulaşmamış bir hayat mı daha önemli?



S Ç: Bence her şeye rağmen aşk aşk aşk... Eğer sevgin kire, pasa, çamura bulanırsa zaten sen de bulanmış olursun.



U Ö: 25 yaşındaki Uğur’a sorsan farklı bir cevap verirdim.



S Ç: Bence bunun yaşla pek alakası yok. Bu, kırılmana rağmen, karşındakine her daim güvenmektir, özellikle aşk konusunda. Ve en güvenilecek insan kendin olman gerekir. Önce sen seviyor musun? Sen seviyorsan, zaten o zaman koşulsuz veriyorsun sevgiyi de. Aşk çok özel bir şeydir. Bir kere aşkı gerçekten yaşamış ve hissetmiş olmak gerekiyor bunun üzerine konuşulması için. Aşk ve sevgi, ikisi bambaşka bir şey. Aşk sevgiye dönüşüyor diyorlar ya



- Alışkanlık oluyor sonra deniliyor.



- S Ç: Alışkanlıkta değil, bunu birebir yaşamak lazım. Ya yaşarsın, darbe alırsın, reddedersin ya da arkasında durursun, onun için de hala senin sevdiğin insandır.



U Ö: Ben iki kere yaşadım. Onun için fikirlerim aynı değil diyorum (gülerek). Ama vazgeçmedim, aşık olacağım.



Bu oyunun içinde en çok dikkatimi çeken unsurlardan biri de dekor oldu. Hepsinin sahnede olmak için bir amacı vardı. Geriye doğru akıp tükenen zaman, suskun babanın çaresiz portresi ve son ana kadar tamamlanamayan Kül Güzeli...



S Ç: Resimler tamamen Yusuf Bey’in metninde vardı, zamanla ilgili kısmı ben çıkışlı oldu. Çünkü hepimizin zamanı tükeniyor. Oyunun temeli bu, artık vaktimiz kalmadı. Variller olmasının sebebi de, ölüm işareti var, tehlike işareti var...



Uğur Bey, Günışığına Mektup oyunuyla birlikte ne tür çalışmalar yapıyorsunuz?



U Ö: Tiyatro Pas ile tanışmadan önce, Armada Tiyatro’daydım. Tek kişilik bir oyunum var, adı Martı. Elif dizisinde oynuyorum şuanda. Çalışmalarım hep oyunculuk üzerine, hep de bu yönde olacak. Aslında ben inşaat mühendisliği okuyup, oyunculuk yapan bir insanım.



- Çoğunluk öyle oluyor merak etmeyin (gülerek).



- Oyunculuk kopulabilecek bir şey değil bence. Bana hep demişlerdi “Sahne tozunu yuttun mu bir daha kopamazsın” diye, “Ben de yutayım, çıkmak istediğim zaman giderim” diyordum, ama o hiç öyle olmuyormuş (gülerek). Söylenenler doğruymuş, iyi ki de doğruymuş. Umarım orada ölürüm.



Sevtap Hanım, tecrübeli bir oyuncu, tiyatro sanatçısı olarak Günışığına Mektup size neler kattı?



S Ç: Her yeni oyun, her yeni çalışma, pek çok açıdan bir tecrübe. Karakter olarak çok farklıydı, benimle hiçbir özdeşleşmesi yok. Hem yapı olarak hem de yaşayış olarak İpek’le bir birleştiğim nokta yok. Onun haricinde çalışma anlamında, bir takım edindiğim olumlu olumsuz birikimler oldu. Bir daha yapmayacağım şeyler oldu. Bu tecrübeye rağmen, bazı şeyleri iyi niyetle görememek pozisyonuna düştüğümü gördüğüm yerler oldu. Ben neticede şehir tiyatrolarının oyuncusuyum, özel tiyatro yaparken sahnede ne kadar tecrübeli olursanız olun, özel tiyatronun içinde şartlar ve koşullar değişiyor. Sanata bakış açımı baya bir döndürdü, ama olumsuz yönde değil. Her şeye rağmen olumlu kalmam yönünde, çünkü “Hepimiz sanatın nasıl yapılması gerektiğini öğretmen zorundayız” düşüncesine daha çok kapılmış durumdayım. Bunu kaybetmemek gerektiği fikrine şuan daha şiddetle vurgulayan taraftayım.



Bu güzel oyunla bizi sorgulamaya ittiğiniz, derin düşüncelere sevk ettiğiniz için kendi adıma teşekkür ederim. Bir hikayesi olan bu üç karakterin seyirciye vermek istediği mesaj, işaret etmek istediği o şey nedir?



S Ç: Girerken, o girizgâhta sizin söylediğiniz şey; sorgulatmak, adalet mi, suç mu, ceza mı? Ben kimim? Ne yapıyorum? Hayat ne?



- Toplumsal sorgulamalar dahil mi buna?



- S Ç: Her şey dahil. Zaten bu oyunda bireysel sorgulama ve toplumsal sorgulama iç içe. Aşkı bile sorgulayabiliyorsunuz. Metnin bir derdi var. Özellikle bunu söylüyorum, çünkü derdi olmayan bir sürü metin var. Son zamanlarda pek çok seyrettiğimiz oyunda dertsiz tasasız oyunlar var. Yani, “lay lay lom” diye yazılmış bir metin, “hadi güldürelim, eğlendirelim” diye yazılmış bir metin değil.



U Ö: Daha önce sormuştunuz ya “Bu metinde ilginizi ne çekti?” diye, bu metin evrensel bir derdi var.



S Ç: Derdi insanlar bu metnin. Çok enteresan, oyunu seyrediyorlar, ikinci kere gelen de çok oldu oyuna, sonrasında yazanlar, arayanlar çok var ve hala kendilerini sorguladıklarını söylüyorlar. Kişiyi kendine döndüren bir noktası var.



KÜNYE



YAZAN Yusuf DÜNDAR



YÖNETEN Caner BİLGİNER



MÜZİK Barış ARYAY



SAHNE TASARIM Cihan AŞAR



KOSTÜM TASARIM Onur UĞURLU



IŞIK TASARIM Zabit EROL



GÖRSEL TASARIM O.Suat ÖZSOMAR



FOTOĞRAF / VİDEO Fatih Mecit ÖZTÜRK



YARDIMCI YÖNETMEN Fulya Irmak BİLGİNER



IŞIK UYGULAMA Hasan DEMİR



TABLO ÇİZİM Pelin ERMİSKET



SOSYAL MEDYA YÖNETİMİ Gülfer IŞIK



GENEL KORDİNATÖR Serkan AYDIN



OYUNCULAR



Sevtap ÇAPAN



Balca AYDOĞDU



Uğur ÖZBAĞI



GENEL SANAT YÖNETMENİ



SEVTAP ÇAPAN

Editör: TE Bilisim