Bir gece söyleşiye gittiğimde, çocukluğuna giden, karşımda “Söyle Anne söyle, İzmir nerede?” şarkısını söyleye

Bir gece söyleşiye gittiğimde, çocukluğuna giden, karşımda “Söyle Anne söyle, İzmir nerede?” şarkısını söyleyen Halil İbrahim Amca, geçen günlerde vefat etti. Onunla bir söyleşi yapmıştım. Kendisi Adnan Menderes’in başta olduğu zamanlarda Yugoslavya’dan gelmişti.



Bir kış gecesi ona misafir olmuştum. Bana göç sürecinde ve sonrasında yaşadıklarını, seksen yıla yakın hayatını anlatmıştı.



“Oğlum ben 1941 yılında şimdi Bulgaristan sınırları içinde kalan Koşukavak’ın bir köyünde doğdum. İlçenin yanından geçen nehir boyunda kavakların çok olmasından ve orada at yarışı yapılmasından dolayı Koşukavak ismi verilmiş bizim ilçeye.



İlimiz Kırcaali…



Kırcaali hayvanla bize yedi saatti.



Bizim köyümüzün adı Cıroğulları köyüydü. Şimdi değişti mi bilmiyorum. Sülalemizin adı Derebey sülalesiydi. Sülalemizde, derebeyler, hacılar, hocalar ve gaziler vardı.



Amcam, Büyük Savaşta Bağdat’da savaşmış. İngilizler suları zehirlemiş de ondan içtiği için gözleri kör olmuş. Bakar kördü. Bizim oralarda onlardan çok vardı. Sana baktığını zannedersin ama o görmüyordur. Bakar kör lafı oradan gelir. Bakar kör, anlıyorsun ya!”



Halil İbrahim Amca güldü, burnunu sildi. Sonra kendi kendine “Hay gidi hay!” dedi.



“Ben dokuz yaşına kadar köydeydim. Üçüncü sınıfa geçmiştim. O zamana kadar üzerimizde baskı falan yoktu. İstediğimiz gibi dinimizi öğreniyor yaşayıp gidiyorduk yani. Koşukavak Belediye Reisinin yanında bir müftü otururdu bir de Ortodoks Kilisesinin patriği olurdu. Anlıyorsun ya… Herkes Osmanlı’dan kalma çarık ve püsküllü fes giyerdi, kimse kimseye sesini çıkarmazdı. Pomak, Bulgar, Türk, Arnavut, tek tük Boşnak vardı, bir arada yaşıyorduk. Aynı burası gibi… Yalnız Gömeç’te Pomak falan yok, tek tük Arnavut var. Onlarda Türkleşmiş…



Diyeceğim, kimse kimsenin köpeğine hoşt tavuğuna kışt demezdi. Amma ikinci dünya savaşından sonra Komünizm gelecek dediler. Türklerde, Müslümanlarda bir korku başladı. Türkiye’de Adnan Menderes hükümeti kurulmuştu. Menderes büyük adamdı, methini duyardık çok. Bulgaristan ile Türkiye bir anlaşma yaptı. Bir aileden, bir köyden birer hane Türkiye’ye gidebilecek dediler. Babamda gitti başvurdu. Amma Bulgar Hükümeti o kadar zorluk çıkarıyor ki sorma. Aylarca uğraşıyor, kendini gidiyor her yerden sildiriyordun.”



Anlamadığımı belli edercesine yerimde kılımdandım. Çok şey görmüş geçirmiş ihtiyar bunu anladı.



“Ben senin anlayacağın dilden konuşayım oğlum. Onlar karakola castık derlerdi, oraya gidiyorsun gidiş işlemlerini yaptırıyorsun, kendini sildiriyorsun. Sonra, nüfusa, tapuya, muhtara, elçiliklere, konsolosluklara, yani resmi yerlere gidiyor, kendini Bulgar kayıtlarından tamamen çıkartıyorsun. Hepsi aklımda kalmadı, zamanında bubamdan dinlemiştim amma.”



Amcanın gözlerinin içine ve yüzündeki değişimlere baktım, ama herhangi bir şey söylemedim.



“Evrakları hallettik, epey bir bekledik. Haber geldi, ‘Bu günlerde, gidecek olanlar belli olacak’ dediler. Babam üç gün boyunca Koşukavak’a gitti geldi. Her gün akşamüstü babamı köyün çıkışında beklerdim. Onu uzaktan gördüğümde izin çıktı mı çıkmadı mı bilirdim. Zaten bir tarafım delicesine iznin çıkmasını isterdi, öteki tarafım ise arkadaşlarımdan, doğduğum topraklardan ve akrabalarımdan ayrılmak istemezdi.”



Halil İbrahim Amca durdu, derin bir nefes aldı, beyaz mendiliyle burnunu tekrar sildi, sobanın kapağını iyice kapattı. Soba ben evine girdiğimden beri çok yanıyordu.



“Son gün baktım, babam hem yanında gelenlere, ellerini sallayarak, bir şeyler anlatıyor hem de bana el sallıyordu uzaktan. Yüreğim yerinden çıkacak sandım, ah ne heyecan ne heyecan… Arkadaşlarımın yanına gittim doğruca. Bir kiraz ağacı vardı, onun başına çıktım. Arkadaşlarıma büyük insan gibi ağlaya ağlaya bir konuşma yaptım.



‘Ey arkadaşlarım, ey küçüklükten beri birlikte büyüdüğüm kardeşlerim. Bizim iznimiz çıktı, gidiyoruz. Hepiniz bana haklarını helal ediniz. Bir köyde, bir belde de bir insan öldüğünde 40 gün sonra unutulmuyor mu? Unutuluyor… Siz de beni bir zaman sonra unutacaksınız, biliyorum. Ama ben sizi hiç unutmayacağım’ dedim.



Ağlaştık, birbirimize sarıldık. Arkadaşlarım tarafından bu kadar sevildiğimi bilmiyordum. Eh eh. Eski günler… Burnumda tüter… Oradan doğru eve koştum. Anneme haber vereyim dedim ama baktım babam durumu anlatmıştı. Dibeklerden akşam ezanı okunuyordu. Sanki bizim gideceğimizi anlamış gibi bütün tavuklarımız, horozlarımız tünememiş ağaçların başlarında mutsuz bir şekilde gıdaklıyorlardı, üzgünlerdi, hüzünlülerdi.



Evimizde bir telaş, bir kasavet başladı. Hazırlıklar yapıldı. Eşyalarımız önden, kaçak gelmiş askeri kamyonlarla gönderildi. Bizde arkadan yola çıktık. Dayım ardımdan seslendi yola çıktığımızda.



‘Oğlum Halil İbrahim takkene sahip çık uçmasın’ dedi. Dayıcağızımı orada son görüşümdü bu. Oradan Koşukavak’a gittik.



“Peki, Amca mallarınız ne oldu bu arada?” diye sordum. Ona epey uzak oturmuştum.



“Ha bak onları unuttum. Ah oğlum ah, ekinlerimiz bile tarlada kaldı, hepsini aldılar, birilerine bedelsiz devrettik. Hatta yapılan mukavele, üstüne alma parasını bile biz verdik kendi cebimizden, düşün yani,” dedi Halil İbrahim Amca, bir an uzaklara daldı gitti, tüm mallarını meşakkatlerini bedelsiz devreden babasının terli yüzü gözünün önüne gelmiş olmalı, birden gözleri yaşardı.



“Anladım Amca. Aslında anlamadım da… Koşukavak’ta kalmıştın.”



“Koşukavak’tan bir hayvan sürüsü gibi, dedim ya, askeriyeden kaçak getirilmiş kamyonlara bindirildik. Mestanlı’mı yoksa başka bir yere mi ne geldik. Geçmiş gün unuttum şimdi. Oradan Trene Garına vardık. Bizim gibi Koşukavak’ın 350 köyünden insanlar toplanmıştı. Herkese bir korku ve telaş hâkimdi. Oğlan çocuklarının başlarında takkeler vardı. Erkekler ise kuşaklı poturluydular. Kadınlar rengi siyah olmayan şalvarlar giymişlerdi, uzun böyle, iner buraya kadar.



Yol beri çıkartılıp yenmek için tavuklar kızartılmış, çıkınların içlerine sarılmışlardı. Hepsi gözümün önündedir. Tren hareket etti, Kırcaali, Hasköy, Harmanlı ve Mustafa Paşa’dan sonra, (bir ara Yunan hududuna da geçtik, o zamanlar oraya da sapılıyordu, amma onu sonra kaldırdılar, işte ben Portakal ve mandalina’yı orada, Yunan tarafına geçtiğimiz de gördüm) Edirne’ye geldik coşku içinde.



Trenden atlayı atlayıverdik. Kimisi secdeye kapanıyor, toprağı öpüyor, kimisi de bizi karşılamaya gelenlere sarılıyordu. Adnan Menderes hükümetin gönderdiği askerler bize ‘Hoş geldiniz kardeşlerimiz, memleketinize sefalar getirdiniz’ diyorlardı. Kadınlar kadınları aradı, erkekler de erkekleri… Altın var mı diye bakıyorlardı ceplerimizde.



Bir de Türkiye de bıçak taşımak yasak ama Bulgaristan’da serbestti. Ablamın eşi ve onun ailesi ile Babamgiller hemen bıçakları sakladılar bir yerlerine.



Görevliler bizi hemen ele aldı. Bit pire vardır diye her tarafımıza DDT ektiler. Türkiye bolluktu kardeşim. Bu hemen huduttan girişte belli oluyordu. Bizim orada DDT ne arasın. Bulgaristan da toz şeker bile yok. Her aileye ayda 200 gr toz şeker anca veriyorlardı.



Hemen babamların başlarındaki püsküllü fesleri çıkardılar, kasket verdiler. İki gün orada kaldık. Bizi ilk önce Urfa tarafına gönderecek oldular. Babamın yüzü kireç gibi geçti. Ne yapacağımızı bilemedik. Urfa’nın uzak olduğunu biliyorduk.



Birden bir görevli çıktı karşımıza. Zamanında benim büyük dedem Aziz Bey tarafından parası ödenerek, Pomaklar aracılığıyla Türkiye’ye geçirilmişlerdenmiş o kişi, seneler sonra karşımıza çıktı adam. Orada, dünyada yapılan bir iyiliğin karşılıksız kalmayacağını, illa ki insan ömrünün bir yerinde karşına çıkacağını anlamış oldum oğlum.



Konuşurken, sorarken tanıdı bizi. Sarıl sarmaş olduk. Adam bağıra bağıra ağlıyordu, çok özlemişti memleketini. Bu adam ‘İstanbul, İzmir, Bursa ve Ankara haricinde nereye isterseniz gönderirim’ dedi babama. Oralar doluymuş, anlıyorsun ya. Dedem zamanında babası Aziz Bey’den, ‘Balıkesir güzeldir, eğer ben öldükten sonra Türkiye’ye falan giderseniz oraya yerleşin’ dediği aklına gelmiş. ‘Biz Balıkesir’ye gidelim’ demiş dedem. Hemen hareket ettik. İstanbul’a geçtik. Sirkeci de indik Trenden. Oralarda gezerken görevlilerden birisi sepetlerin içindeki çarıklardan birisini gördü. Yazık bu adam kimse artık yedekte bulunsun diye yanına almış çarığı. Görevli çarıkları aldı, hemen denize fırlattı. ‘Türkiye’de çarık giyilmiyor, burası pabuç, kundura memleketi’ dedi.



Hepimiz katıla katıla güldük. Oradan Galata Köprüsünün üstünden Tophaneye geçtik. Gemiyi beklerden ‘Fazla uzaklaşmadan oynayın’ dediler bize. Tophane yokuşunda simit satılıyordu. O simitlerin kokusu burcu burcu hala burnumda kokar. Çocuk işte tamah ediyor, canın çekiyor...”



Ben de simit kokusu duydum gece gece.



“Gemi’ye bindik. Bursa’ya geldik. Kullanılmayan bir camide kalmaya başladık. 7 aileydik. Üç aile başka taraflara gitti. Oralarda akrabaları mı ne varmış. Biz de kalktık, Kabadayılar isimli otobüs firmasının arabasına bindik Balıkesir’e geldik.



Ardından Edremit’e getirdiler bizi. Edremit’te sokaklarda acenteler vardı. Işıldaklar, radyolar, gramofonlar camekânlardan görünüyorlardı. Böyle şeyler görmemişiz, şaştık kaldık. O güne kadar zeytin ağacı mı gördüğümüz var. Bizi zeytinlerin ne olduğu konusunda uyardılar.



‘Mahsulleri koparmayın şimdi yenmez’ dediler.



Babam, Kaimmakam’a ‘Bizi muhafazakâr bir köye ver’ demiş, ısrar etmiş hatta. O da bizi Gömeç’in Hacı Hüseyinler Köyüne gönderdi. Gömeç o zamanlar bayağı gelişkindi. Nahiyeydi amma ilçe gibiydi. Müdürü, doktoru, hemşiresi, lokantaları vardı. Herhangi bir inşaat yapacağın zaman ta Balıkesir’den fen memuru bile geliyordu. Ziya Çapan belediye reisiydi. Sonra sonra geriledi burası.



Hacıhüseyinler köyüne Beygir arabası ile gittik. O gece köyde 21 nüfus bir odada yattık. Ertesi gün köylü bize sahip çıktı. Her gün bir başkasının evinde yemek yemeye başladık. Orada öyle bir adet vardır. Ta Osmanlı’dan kalmadır. Her gün bir aile yemek verir.



Babam yapı işlerinden anladığı için inşaat ustaları tarafından çağırıldı hemen. Bütün evler topraktı. Baktılar babam onlardan daha iyi, babamı baş usta yaptılar. Bende hemen okula başladım. 1 ve 2’yi Necati Öğretmen, 3-4-5’i de karısı Fatma Öğretmen okutuyordu. Baktım sınıf arkadaşlarım benden çok geri, ayaklarında nalınlar var, hiçbirisini sevmedim, bana çok geri kalmış geldiler. Güldüğüme bakma çocuk aklı işte. Öğretmen soru soruyordu. Ona ‘Hocam bana daha zor sorular sor, böyle onları yirmileri çarptırma’ dedim. Ben bir anda sınıfın en çalışkanı oldum çıktım.



Bana şarkılar söyletirdi Necati Öğretmen. Ben de ‘Söyle Anne Söyle, İzmir Nerede’ isimli şarkıyı söyledim. Bunu bana Osman Azizof öğretmişti. Şarkıcıydı kendisi. Sonra sonra Bulgaristan radyo televizyonlarının meşhur sanatçılarından oldu. Benim amcam oluyordu. Kendisi Şumlu’da Lise okurken, köye geldiğinde ezberletmişti bunu.



‘Bir gün gelir Türkiye’ye gidersen bu şarkıyı söylersin’ demişti. Yazık Türkiye’ye gideceğimizi sanki o günlerden biliyordu.



4. sınıfa kadar köyde okudum. 16 ay Hacı Hüseyinler köyünde kaldık, babamlar yapıcılıktan çok para kazandılar. Annem de zeytin toplamaya giderdi. 16 ay sonra Gömeç’e indik. Ev yaptırdık. Devlet 1000 lirasını karşılıyordu o zaman için. Ben gene 5. sınıfa gidiyordum. Hacıhüseyinler Köyündeki Necati Hoca babama söylemiş. ‘Bu oğlanı okutun, çok zeki, çok kafalı’ demiş. Aynısını Gömeç’teki yeni öğretmenim de söylemişti babama. Lakin Annem ağlayamaya başladı.



‘Vay efendim benim hısımım akrabam Bulgaristan’da kaldı, şimdi oğlum da okursa ben ne yaparım bu elin memleketlerinde’ diye diye verallah dövünüyordu. Anlayacağın okutmadılar. Zeytin toplamaya, palamut kökü, ayıt kökü kazmaya giderdim. En iyi bal ayıt balıdır bilir misin bilmem.”



“Bilmiyordum Amca.”



“Neyse, bizim şu anki evimiz yapıldı. Benim arkadaşlarım sokaklarda boncuk (bilye benzeri bir oyun) oynarken, sabahtan akşama kadar köpek taşlarken, ben Ayvalık’ın zenginlerinin oralara zeytine, dikme sulamaya giderdim.



Bu arada Devlet bize Hacıhüseyinler köyünde de 12 dönüm zeytinlik verdi. Babam da bir Bakkal dükkânı açtı. Halimiz vaktimiz daha da iyileşti. Gömeç’de, palamut fabrikaları vardı. Kösele yapılırmış palamuttan. Her palamut mağazasında 70–80 kişi çalışıyordu.



Kırk yılı geçkin bakkal işlettim. Ama benden sonra kimsenin, çocuklarımın bu işi yapmalarını istemedim. Çünkü akşama kadar esirsin, bayramın yok, düğünün yok. İşte böyle oğlum, benim hayat hikâyem de bu şekilde. Geldik gidiyoru.”



Halil İbrahim Amca’ya anlattıklarından ötürü teşekkür ettim. Kalktım geldim. Kendisine rahmet diliyorum.