“Sahip olduğumuz en iyi maske kendi yüzümüzdür.” Bence içindeki mükemmeliye

“Sahip olduğumuz en iyi maske kendi yüzümüzdür.”



Bence içindeki mükemmeliyetçilik duygusunun kim tarafından konulduğundan çok, kendinden nefret etme hezeyanına, bilmediğin şeylerden acı çekme gelgitine ve sofistike suçluluk dürtüsüne kimin sebep olduğunu düşünmelisin.



Oysa, kendinden nefret etme hezeyanını, bilmediğin şeylerden acı çekme gelgitinı ve sofistike suçluluk dürtüsünü hiç bilmeden hayatımızı devam ettirebilirdik.



Sağlıklı ve ayakları yere sağlam basan bir çocukluk geçirseydik, kazanımlarımızla, küçük sevinçlerimizle ve başarılarımızla mutlu olurduk.



Örneğin, gülünen eğlenilen, güzel geçen bir düğünün akabinde veya hep birlikte yenen bir bayram yemeğinden sonra içimize yakıcı bir pişmanlık, muğlak bir hüzün duygusu ve bir tür olmamışlık hissi gelip oturmazdı.



Her şeyden önce bilmediğimizin yabancısı olurduk. Ve sürekli, ömrümüz bir şekilde kendimizi kendimize ifade etme ve ispatlama çabalarıyla geçmezdi.



Suçlu arama derdinde değilim, çünkü gelinen noktada herkes suçlu arıyor, kimse görev ve sorumluluk alma ve kendini kabahatli görme derdinde değil.



Bu toprakların temel sorunlarından birisi bu.



Ama kendi en büyük özelliklerimden birinin adalet ve merhamet duygusu olduğunu çok iyi biliyorum. Bu yüzden adalet ve merhamet duygusunu en plana alarak, enine boyuna düşündüğümde, içimize konan değersizlik hissiyle birlikte mükemmeliyetçilik denetimine kimin sebep olduğunu çok iyi biliyorum.



Onun şimdi sevgi kumkuması olmasına ve yardıma muhtaç görünmesine bir şey demiyor, sadece büyüklük rolüne karşı elimden geleni yapıyorum.



***



Ne diyorum biliyor musun?



Silik bir insan olsaydı, karışmayan, görüşmeyen, sigarasını tüttüren, kahvesinde oturan, ara sıra işe gidip az çalışmasına rağmen işten yorgun argın dönen biri gibi, dünyadan merhaba davransaydı amenna…



En azından o zaman kendi yağımızla kavrulurduk, biz kendimizi adam etmeye çalışırdık ve hayatı şimdi olduğu gibi gayet tabii öğrenirdik.



Arada lafa karışırsa ona cevap verirdik ve geniş karınlı insanlar gibi yavan yavan güldüğünde de mutlulukla tahammül ederdik ona. Ama değildi, öyle değildi, gürültülüydü, etrafını kontrol altına almayı severdi, evde dursa sıkıntıydı, çalışmaya gitse problemdi…



İnsan onun yanında kendini, gergin, suçlu, mutsuz ve kötü hisseder, bir şekilde kendini ona anlatmak için yollar arardı. Ama en nihayetinde yine başarılı olamazdı.



Evet durduk yere, bağırırdı, çağırırdı, olumlamazdı, onaylamazdı ve en kötüsü de seni insan yerine koyup ciddiye almazdı. Sanırım insanı kendinden en çok nefret ettiren de buydu.



***



Tabii tüm bunlara ve adı geçen mükemmeliyetçilik duygusuna tamamen o neden olmamıştır. Bizim ruhumuzda, yaratılışımızda da sıkıntılar vardır.



Ama ben bu arızaları ve sıkıntıları aramıyorum artık, sadece kendi iç dünyamda mutlu olmaya, ahlaklıca yaşama, kendimle arkadaş olmaya, arabaya yalnız başıma binip yolda giderken kendime göre bütüncül dünyalar kurmaya ve kendi geçmişimle hesaplaşmaya çalışıyorum.



Dahası yazmak ve kitapları, hayatı, insanları okumaya çalışmak hoşuma gidiyor, beni hayata bağlıyor.



Lakin şimdiden kitapları tutulmamış, sonra da yeni basımları yapılmayıp piyasaya çıkmayacak unutulmuş gitmiş bir yazar olarak evrende kendime güzel bir yer edindim bile.



***



En nihayetinde, neden böyle hep bir melankolik davranıyoruz, olumsuz olanı kendimize yakıştırıyoruz ve sevdiğine kavuşamamış adam gibi yaşıyoruz onu da bilmiyorum.



Allah’tan tüm hedefler son tahlilde anlamını yitirecek…



Ama bunu tatlı bir oyun haline getirirsen güzel olur. Çünkü hayat bir oyundan ibaret. Sence de öyle değil mi?



Dila’nın oynadığı oyunlarla bizim yaşamın içinde yapmaya çalıştıklarımız (samimiyet ve kendine verme hariç) aşağı yukarı aynı. Kabullenmek ve her şeyin oyun olduğunu kabullenmek…



“Sahip olduğumuz en iyi maske kendi yüzümüzdür.” demiş Friedrich Nietzsche.



Biraz da buna benziyor aslında. Ömrümüz çeşitli maskeleri değişik zamanlarda takıp çıkarmakla geçiyor.