Farkında mısınız, ne çok ölüyoruz. Onlar, yüzler, binler, hatta on binler. Toplu ölümler hayatımıza 2015-2016 yılları içinde yaşanan bombalı olaylarla başladı. Masum, günahsız onlarca kardeşimizi kaybettik. Ve hepimizin yaşadığı ölüm korkusu o zaman girdi içimize. Ve bir daha hiç geçmedi korkularımız. Her gün bir yenisi eklendi. Pandemi ölümleri, kadın cinayetleri, depremler, seller. Hani derler ya büyüklerimiz, "bu gözler neler gördü" diye, tam da öyle oldu bizim için. 

Bir deprem oldu, insanlara ağladık. Çaresizliklere ağladık. 

Peki gerçekte ağladığımız onlar mıydı? Yoksa aslında kendimize mi ağladık?

Deprem bize hayatın gerçeğini bir kez daha gösterdi.

Hayat ne kadar kısa. Bir nefeslik aslında. 

Ama o nefesi alıp vermek ne de çok kıymetli

Hayatı ne de çok boşa harcamışız. 

Düşünsenize, herkes işten geliyor, yemek yapıp sofra kuruyorsun.

Yemeğini yiyorsun, oturuyorsun. Sonra uyuyorsun. 

Sabah olacak işe gideceksin ama sabah olmuyor. 

Gecenin en derin uykusunda deprem oluyor.

Kimisi uyanıyor, kimisi uyanmadan gidiyor. 

Ne büyük bir trajedi değil mi?

Evet bugün varız yarın yokuz. Kısacası hayat iki nefes arası.

Ve insanoğlunun başına iyi ya da kötü bir olay gelirse hep bu cümleyi kurmuştur. "Hayat kısa"

Evet hayat gerçekten çok kısa şöyle bir dönüp geriye baktığımızda hep bir koşturmaca içinde geçer. Ve bu koşturma içerinde istek ve arzularımız bitip tükenmez. 

Bir evim olsa. Bir arabam olsa. Bir bahçeli evim olsa. Eşimin arabası olsa. 

Çocuğa da ev araba alsak.

Yatırım amaçlı bir tarla, arsa alsak. Liste uzayıp gidiyor. 

Tüm bunları elde edemeyince bunlara sahip olan insanlara bakıp iç geçiriyoruz.

Sonra mutlu olamıyoruz. Huzurumuz kaçıyor. Hırs yapıyoruz. Gittikçe kötüye gidiyoruz. Şükrünü eda edemediğimiz nimet de çıkıyor elimizden. 

Ne işimiz bitiyor ne de yapacaklarımız.

Peki işini bitiren olmuş mu?  Tabii ki hayır.

Peki yaşamın hızına ne yaparsak yapalım yetişe bilen, zamanı durduran ce son yolculuğu durdura bilen olmuş mu? Hayır!

Peki şu kısacık hayata sığdıramadığımız birçok şeyin daha kaldığını ve yetişemediğimizi görüyor muyuz? 

Ona da evet.

O zaman nedir bu kadar çaba, doyumsuzluk ya da her şeye ve her yere yetişme telaşımız. Onunda geçerli ve mantıklı bir açıklamasını bulamıyoruz.

Sonrada hayatın ne kadar kısa olduğunu ve zamanın su gibi akıp gittiğini söyleriz kendimize. 

Bir düşünelim. En yakınımızı kaybettiğimiz zaman hayatın kısa olduğunu düşünür ve duygusal olarak sıkıntıya düştüğümüzü görürüz. İlk cümlemizde dünya ya geldi yaşadı ve gitti. 

Sonuç olarak ne yaparsan yap zamanı durduramadığın gibi yapabileceklerinin ya da elde edebileceklerinin bir kıymeti kalmıyor. Sadece sana kalabilen yapabildiğin iyilikler, temiz bir isim ve hoş bir seda dan başka bir şey değildir.

Tıpkı Şems-i Tebrizi dediği gibi:

"Bir an bekle, arkana dön ve unuttuklarını anımsa.

"Kaybettiysen ara, kırdıysan af dile, kırıldıysan af et.

Çünkü hayat çok kısa" diye. 

Eğer öyleyse o zaman önemli olan nedir?

-Önemli olan, ne aldığınız değil, ne verdiğinizdir. 

-Önemli olan, öğrendiklerimiz değil, öğrettiklerimizdir. 

-Önemli olan, doğruluk, merhamet, fedakârlık ve cesaretle atmış olduğumuz her adımla, başka yaşamları zenginleştirmiş olmanızdır. 

-Önemli olan, yetenekleriniz değil, karakterinizdir. 

-Önemli olan kaç kişi tanıdığınız değil, siz gittiğinizde ebedi bir yoksunluk hissedecek olan insanların sayısıdır.  

-Önemli olan, hatıralarınız değil, sizi sevenlerin kalbinde yaşayacak olan hatıralarınızdır. 

- Önemli olan, ne kadar uzun süre hatırlanacağınız değil, kimler tarafından ne şekilde hatırlanacağınızdır.