Malumunuz neredeyse 8 aydır, sadece milletimiz değil dünyadaki bütün insanlar olarak virüs salgını sebebiyle zor günler geçiriyoruz. Ülke ekonomilerinin zarar görmesinin tabii bir neticesi olarak geçimin bir kat daha zorlaşması bir yana ne yaşadığımız şehir içinde ne de başka illere giderek serbestçe gezip dolaşma imkânını neredeyse kaybettik. Başka ülkelere gitmeyi ise zinhar aklımızdan bile geçirmiyoruz. Salgının başlamasından 8 ay sonra bile hâlâ devlet büyüklerimiz tarafından, evimizden gerekmedikçe çıkmamamız tavsiye ediliyor. Biz de devletimizin bu tavsiyelerine milletçe büyük ölçüde uyuyoruz.

Bu salgın elbet bir gün bitecek. Belki altı ay belki de bir sene sonra. Ama görülen o ki hayatımıza hiçbir zaman eskisi gibi devam etmeyeceğiz. Çünkü 8 aylık pandemi sürecinde gördük ki mesela iş, eğitim ve ticaret hayatımızda yeni uygulamalar girerek yaygınlaştı. Kısa çalışma, evden çalışma, uzaktan eğitim, internetten alışveriş vs. Bu ve benzeri uygulamalar, pandemi sonrasında da normal hayatımızın daha yoğun şekilde bir parçası olacak. Yani bizi ileride “normal” değil “yeni normal” bir hayat bekliyor.

VİDEO KONFERANS TOPLANTILARI

Dostlarımızın yanı sıra başka yerlerde yaşayan annemiz, babamız, çocuklarımız ve torunlarımızla bile buluşup yüz yüze görüşemediğimiz, evlerimize kapandığımız özellikle Mart ayında başlayan o zor dönemde biz de “yeni normal” hayatın uygulamalarından birini kullanarak dostlarımızla görüşmeyi sürdürdük.

Bahsettiğim bu uygulama, sadece aynı şehir ve ülke içindeki arkadaşları değil, dünyanın başka ülkelerindeki dostlarla da görüntülü görüşme sağlayan Zoom isimli programı kullanarak internet üzerinden toplantılar düzenlemek idi. Zaman içinde bu toplantıları, her birinde konusunda uzman bir konuk temin ederek çok çeşitli alanlarda bilgi ve görgümüzü artıracak bir platforma dönüştürdük. Öyle ki ilkini 15 Nisan’da yaptığımız toplantıların geçen akşam 83’üncüsünü yaptık.

Böyle bir giriş yaptıktan sonra bu toplantıların, hem pandemi şartlarında psikolojimizin daha da bozulmasını önlemesi yani bir tür rehabilitasyon aracı olmasının yanı sıra bilgi ve görgümüzü nasıl artırdığını göstermek bakımından bahsettiğim son toplantıyı size özetlemek istiyorum.

İstanbul’un yanı sıra Ankara, Balıkesir ve Isparta’dan da katılımcılarımızın olduğunu söyledikten sonra ilk önce toplantımızın değerli konuğunu tanıtmak istiyorum. Muhtemelen kendisini televizyon ekranlarından hatırlayacaksınız. Hayati İnanç Bey. Kendisi Denizli, 1961 doğumlu. İstanbul Hukuk 1984 mezunu. Avukatlığın yanı sıra yayıncılık, yöneticilik, denetçilik, öğretmenlik ve sunuculuk tecrübesi var Hayati Bey’İn. En değerli işin insana yatırım olduğu inancıyla divan edebiyatımızın o eşsiz güzellikteki örneklerinden edindiği heyecanı, özellikle gençlerle paylaşmayı hayat tarzı olarak kabul etmiş. Hazırlayıp sunduğu “Can Veren Pervaneler” televizyon programı kendisiyle özdeşleşmiş durumda. Ayrıca yine “Can Veren Pervaneler” başlığı altında basılmış 6 kitabı var.

Şimdi geçen akşam bizim tattığımız o lezzetli sohbet programını aktarmaya başlıyorum. Öncelikle biraz kendinden bahsetmesini ve kültür mirasımızın önemli bir bölümü olan divan şiirinin hayatındaki yerini sorarak konuya giriş yapıyor ve sözü Hayati Bey’e bırakıyorum.

SADECE XIX. YÜZYILDA DİVAN SAHİBİ ON BİN ŞAİRİMİZ VAR

Benim iştigal saham, hepinizce malum, divan şiiri üzerine amatörce bir çalışma yürütüyorum. Orada bulduklarımı da paylaşmayı, herkesle paylaşmayı hayat tarzı olarak benimsedim. Otuz yıldan fazla süredir klasik şairlerimizden ne aldımsa ne edindimse, onlar bana nasıl heyecan zerk ettilerse her yaştaki gençlerle bunları paylaşıyorum. Ve gördüm ki muazzam bir hazine ile karşı karşıyayız. Çok büyük bir zenginlik. O kadar büyük bir külliyat bırakan edebiyat elbette çok büyüktür, ihtişamlıdır. Onlardan bir tanesine gösterebilmek, tek şairimiz budur diyebilmek bile başlı başına yeterli iftihar vesilesi. Ama bakıyorum, düşündüğümüzün, tahmin ettiğimizin çok çok üstünde. Yani sayı itibarıyla da öyle. Biraz merakla araştırdım, sadece XIX. yüzyılda Osmanlı medeniyetinde on bin civarında divan sahibi şair yetiştirmişiz. Yani hakikaten inanılır gibi bir birikim değil bu, çok büyük, çok geniş. Beni oldukça etkiledi.

Günümüz insanının da çok telaşlı, modern hayatın kıskacında mutsuz, huzursuz olduğunu görmekle onlara bir faydası olur, bir şifa sunar ümidiyle yola çıktım. Beklediğimden çok daha fazla ilgi gördüğümü söyleyebilirim rahatlıkla. Onlardan birkaç örnek arz edeyim. Mesela bugüne kadar hemen hemen tanınmayan bir şairimiz. Yozgatlı Fennî merhum. 1918 senesinde vefat etmiş. 68 yaşındaymış. Yozgat’ta başlayan hayatında sürüne sürüne Ankara’ya kadar uzanabilmiş. Ankara’da küçük bir devlet memuru iken ecel vaki olmuş, oraya defnolunmuş. XX. yüzyılda yetişen bir Fuzulî desek abartmış olmayacağımız bu şair, o zamanın şartlarında İstanbul’a yol çıkaramamış. Yazdığı bir kasideyi devrin sultanı Abdülhamid Han merhuma iletme fırsatı bulamamış. Şiiri de ulaşmamış. Elinde kalmış eseri. O da Abdülhamid Han’la aynı sene vefat ettiler.

KİŞİSEL GELİŞİM Mİ İSTİYORSUNUZ, BUYURUN…

Onun bir şiirini ele alıyorum. Gençlere anlatıyorum her fırsatta. Ve onlara da söylüyorum ki kişisel gelişim sahasında, işte insan ahlakının güzelleştirilmesi, hayatın anlamının idrak edilmesi bağlamında, sağdan soldan kelam devşiriyoruz da bizdeki üstatlara kulak versek kimseye ihtiyacımız kalmayacak. Adam bir şiir yazmış, 11 kıta, 77 mısra, manifesto mahiyetinde her mısrada şimşekler çaktırıyor. Onu konu ettim. Hem birinci kitabımda etraflıca işledim. Hem konferanslarıma, sohbetlerime konu ediyorum. Örnek olarak birinci kıtayı arz edeyim, klasik şiirimizden bir lezzet sunmak adına.

Mihenden kaçma ger mahsûd-ı ihvân olmak istersen

Yetiş imdâd-ı mazlûmâna arslan olmak istersen

Yapış bir kâmilin destinden insan olmak istersen

Nebiyy-i Efhamı medh eyle Hassân olmak istersen

Rızâ bâbında bekle rahme şâyân olmak istersen

Sakın bir dîdeyi ağlatma handân olmak istersen

Dokunma hâtır-ı mûra Süleymân olmak istersen

Aslında bu şairleri güzel ve güçlü kılan sahip oldukları çok sağlam bir dini kültür temeli. Çok esaslı din bilgisine sahip oldukları mısralarından anlaşılıyor.

GIBTA EDİLEN BİR KİŞİ NASIL OLUNUR?

Şair ilk mısrada “Mihenden kaçma ger mahsûd-ı ihvân olmak istersen” diyor. Yani kardeşleri tarafından kıskanılan o güzel insan gibi olmak, ona benzemek istiyorsan sıkıntılardan kaçma, rahatına düşkün olma. Tabii ki ismi zikredilmeden yad edilen Hazret-i Yusuf “aleyhisselam”dır. Kardeşlerinin hıyanetine uğramıştır. Çeşitli sıkıntılara uğramıştır. Onu örnek göstererek bize dünyada kalıcı başarı elde edebilmek, güzelliklere kavuşabilmek, kardeşleri tarafından bile gıpta edilen birisi olabilmek, ancak sıkıntılara talip olmakla, en azından razı olmakla mümkündür diyerek ilk dersini veriyor.

HASMINA DEĞİL NEFSİNE GALİP GEL!

Geçiyoruz ikinci mısraya. “Yetiş imdâd-ı mazlûmâna arslan olmak istersen”. Burada arslan ile elbette yine zımnen, mecazen Hazret-i Ali efendimiz hatırlatılmaktadır. “Onu Hazret-i Ali kılan, Allah’ın arslanı kılan, “Esedullahi’l-gâlib Aliyyi’bni Ebî Tâlib” diye andıran husus, hasmını yenmesi değil mazluma arka çıkması, nefsine galip gelmesidir.” diyerek dersini veriyor.

Ve sonra çok temel bir ahlaki umdeyi vezne koymuş “Yapış bir kâmilin destinden insan olmak istersen”. “Güzel insan olabilmek ancak bir usta elinde yetişmekle mümkün. Bir mürşidi takip etmekle mümkün. Yoksa insan Allah saklasın nefsine tabi olur.” demektedir. Zaten insan için başka yol yok. Ya kamile tabi olur ya kendisi gibi olur.

“Nebiyy-i Efhamı medh eyle Hassân olmak istersen”. Cenab-ı Peygamberi “aleyhissalatü vesselam” övmek bizatihi ibadettir. Buyurdular ki “aleyhissalatü vesselam” “Birinize söz ve yazı sanatı verilirse beni anlatsın, beni övsün!” Onu anlatan, öven, Hassan bin Sâbit gibi olur. Meşhur şair Hassan bin Sâbit, Hazret-i Peygamberi “aleyhissalatü vesselam” medh eden şiirleriyle o mertebeyi kazandı.

“Rızâ bâbında bekle rahme şâyân olmak istersen” Sen Cenab-ı Hakk’ın sana takdir ettiklerine razı olmazsan sende de razı olunmaz. Razı ol ki rızaya kavuş.

TEK BİR BEYTİN ŞERHİ KİTAP OLUR

Sonra da her kıtanın sonunda tekrar edilen beyitte şair, kısas-ı enbiyanın özetini veriyor. Bir kıta şiir yazıyor ama bakıyorsunuz kısas-ı enbiyadan kilit kavramlar mısralara dökülmüş. “Sakın bir dîdeyi ağlatma handân olmak istersen / Dokunma hâtır-ı mûra Süleymân olmak istersen”. “Başkalarını ağlatarak gülemezsin dedikten sonra karıncanın hatırını sormayı unutandan Süleyman olmaz.” demektedir.

Bakıyoruz bu şairin mütevazı bir eğitimi var. Çok gösterişli değil. Ama o dönemde mütevazı da olsa bir eğitimden geçmiş olanların hâli bu.

TÜRKÇEDEN TÜRKÇEYE TERCÜME GARABETİ

Ne yazık ki bu ustalarımızın şiirlerini günümüz Türkçesine döne döne tercüme etmedikçe anlamak zor oluyor. Hâlbuki mesela eserlerinden birini aktardığımız Fennî merhum vefat edeli 100 yıl oldu olmadı yani. Ondan çok sonra gelmiş birçok şairimizde bile Abdurrrahman Şeref Güzelyazıcı’dan, Yahya Kemal Beyatlı’dan tutun da artık hatıra kim gelirse, mesela yine bir Yozgatlı olan Hüsnî’den, bakıyorsunuz lisanlarını anlamakta ciddi müşkülatımız var. Bu elbette kültür açısından uğradığımız travmayı da bize hatırlatıyor.

EĞİTİMİMİZDE HAK ETTİĞİ YERİ ALMALI

Gençlerimizle sohbetlerimizde hep işaret ettiğim gibi, eğitimcilere, eğitim yöneticilerine, en üst kademelere kadar dilimiz döndüğünce arza çalıştım. Doğru, verdiğim bazı örnekler ağır gelebilir. Ama pek de ağır olmayan başka örnekler de var. Bunlar çocuklara ders olarak okutulmalıdır. “Ne istiyorsun ne diyorsun?” dediklerinde mesela Yunus Emre’den birkaç kıtasını aktardığım aşağıdaki harika şiiri hatırlattığımda, pek bir şey denilmez ama ne yazık ki yıllardır bir türlü uygulamaya da geçmez.

Hor bakma sen toprağa

Toprakta neler yatar

Hani bunca evliya

Yüz bin peygamber yatar

Cennette buğday yiyen

Gaflet gömleğin giyen

Hem dünyaya meyleden

Âdem peygamber yatar

Arkasıyla kum çeken

Gözyaşıyla yoğuran

Kabe’ye temel kuran

Halil peygamber yatar

Vücudunu kurt yiyen

Kurt yedikçe şükreden

Belalara sabreden

Eyüp peygamber yatar

Balık karnında yatan

Deryaları seyreden

Kabak kökün yastanan

Yunus Peygamber yatar

Kuyuda nihan olan

Kul deyuben satılan

Mısır’a sultan olan

Yusuf peygamber yatar

Yusuf’un yavi kılan

Kurt ile davi kılan

Ağlayıp gözsüz kalan

Yakup peygamber yatar

Asasın ejder eden

Bahre urup yol eden

Firavunu helak eden

Musa peygamber yatar

Ol Allah’ın habibi

Dertlilerin tabibi

Enbiyalar serveri

Resul Peygamber yatar

Hayber kal'asın yıkan

Kafiri oda yakan

Şahinler gibi bakan

Ali gibi er yatar

Ata ana gülleri,

Kur'an okur dilleri

Fatm'ana oğulları

Hasan, Hüseyin yatar

İğnesin suya atan,

Balıklara getirten

Tacın tahtın terk eden,

İbrahim Ethem yatar

Gündüzler saim olan

Geceler kaim olan

Ariflerin sultanı

Bayezid Bistamî yatar

Yunus sen de ölürsün

Kara yere gidersin

Kara yer altında

Çok günahkâr kul yatar

Yani basit cümleler istiyorsanız onlar da edebiyatımızda bolca mevcut. “Çocuklara ne okutuyorsunuz? Bu insafsızlık neyin nesidir?” diye yakalayabildiğimiz eğitimci arkadaşlara söylemekten de geri kalmıyorum. Ama demek ki bilmediğimiz şeyler de var. Ve bir türlü kendimizle tanışmak, kendi ustalarımızla ayni dili konuşuyor olmak nedense mümkün olamıyor pek.

ANLATTIK DA DİNLEMEDİLER Mİ?

Gençlerle her zeminde buluşup elimden geldiğince onların hasret kaldıkları kendi hazinelerini hatırlatmaya çalışıyorum. Doğrusu çok heyecan verici neticeler de almıyor değilim. “Hocam anlattınız da dinlemedik mi verdiniz de almadık mı, çektiğimizi biliyor musunuz, bizi sınav sınav koşturup 30 yaşına kadar yoruyorlar. Bize güzellikler anlatılmıyor.” diye sızlanıyor gençler son derece haklı olarak. Kabahatli bizim nesil tabii. Emaneti taşıyamadık, çocuklarla ortak dil oluşturamadık. Bir de şikâyet ediyoruz. Nesinden şikâyet edeceğiz diyorum yani. Verdin de almadı mı çocuklar?

Fark ettiğiniz gibi Hayati Bey ritmi tutturmuşken sözünü kesmiyor ve sual sormak için uygun zamanı kolluyorum. Hayati Bey’e tevcih edilen sualler ve cevapları ile birlikte sohbeti aktarmaya müteakip yazımda devam edeceğim.