Laiklik; dindarların kesinlikle din ve inanç sömürücülerince sömürülemediği, dindarların sırtlarından geçinilemediği hukuki, toplumsal düzenin a

Laiklik; dindarların kesinlikle din ve inanç sömürücülerince sömürülemediği, dindarların sırtlarından geçinilemediği hukuki, toplumsal düzenin adıdır.

Laiklik; hem çoğunluğun benimsediği dini benimseyen ancak dinin gereği olan yaşam biçimine pek uymayan veya hiç uymayan bireylerin, hem farklı din-inanç mensuplarının, hem de dinsizlerin aynı toplum içerisinde huzurlu, mutlu yaşamasının güvencesidir. Bunun yanında laiklik, “din” adına aldatılmalarını engelleyerek dindar bireylerin de güvencesidir.

Bu doğrultuda, “laik” olduğu öne sürülen bir devlet olan Türkiye Cumhuriyeti’nin eski Diyanet İşleri Başkanlarından Mehmet Nuri Yılmaz’ın diyanetin yeniden yapılanmasını, devletin dine karışmamasını istemesi, devletin dinden elini tamamen çekmesi gerektiğini belirtmesi ve 1980 darbesinin dini olumsuz etkilediğini vurgulaması da bu değerlendirmelerimiz doğrultusunda çok önemli ve anlamlıdır…

“Marksist” olarak bilinen kesimlere göre milliyetçilik, bir “burjuva ideolojisi”dir. Burjuva, “kentli” (şehirli) demektir. Aslında bu kesimler, yalnızca bu noktadan bakıldığında milliyetçiliği ve milliyetçileri doğru tanımlamaktadırlar. Ancak Batı’da, ve sonrasında bütün yeryüzünde yayılan sanayileşmeyle bağlantılı kentleşme süreci gerçekleşmeden çok daha önce de milliyetçiliğin ön aşaması olan “milliyet merkezli duyuş ve düşünüş”ü ve onun da arka planı olan ve her bireyin doğasında yer alan “milliyet bilinci”ni Batıcı sakat bir algıyla yok saymaktadırlar.

İmparatorlukların çöktüğü, her ulusun artık tamamen kendi davasının peşine düştüğü sürecin devamında yeniden biçimlenen çağdaş dünyada, sanayileşmenin (üretimin=sanayi üretiminin) olmadığı yerde kentleşme (kastettiğimiz sağlıklı bir kentleşme), kentleşmenin olmadığı yerde laikleşme, laikleşmenin olmadığı yerde de uluslaşma gerçekleşmez.

Bu bağlamda Büyük Önder Atatürk’ün Cumhuriyet’i kurduktan sonraki “uluslaşma projesi” yarım kalan, ve daha sonrasında da içi boşaltılan bir projedir. Çünkü Batılı sömürgeci güç odaklarının yörüngesine girip onların hammade kaynağından öteye gidemeyen, ancak o odakların “distrübütör”ü, “acente”si konumunda olan ve zaten bundan dolayı sanayi toplumuna geçemeyen, süreç içerisinde tarımı ve hayvancılığı da desteklenmeye desteklenmeye bitirilen ve yine bununla bağlantılı olarak “çarpık kentleşme” kangreninin her yanı sardığı Türkiye’de “laiklik”,  “demokrasi” ve “milliyetçilik” kavramlarının doğru tanımlanması ve işlerlik kazandırılması söz konusu bile olamazdı.
Ortaçağ kalıntısı, kırsala egemen olan “ağalık” ve “şeyhlik” kurumları, kırsaldan tasfiye edilmemesi bir yana “çarpık kentleşme”nin sonucu olarak büyük yerleşim birimlerine (metropollere) kadar yayılmış, biçim değiştirerek “çağdaş (şehirli) ağalık” ve “çağdaş şeyhlik” düzenine geçilmiştir. Ve kentlerde yaşayan toplum, kendisini “bir ulusun bireyi” veya “yurttaş” olarak değil de “falanca cemaatin müridi”, “filanca mezhebin bağlısı”veya “feşmekanca aşiretin mensubu” olarak tanımlamış, parçalara ayrılmıştır.

Laikliğin egemen olmadığı toplum ulus özelliği ve niteliği taşımaz. Çünkü ulus bilincinin egemen olacağı koşullar o toplumda gerçekleşemez. Farklı dinlere ve/veya mezheplere bağlı olmak (inançsal bağnazlık) ayrışmanın ve birbiriyle dalaşmanın gerekçesi olur.
Mezhepçi, cemaatçi, aşiretçi, hemşehrici algıların ayrıştırdığı toplum bir ve diri olamaz. Bu algıların paramparça, darmadağın edildiği toplum birleşir, diri ve güçlü olur. Bu da laik bir hukuki, toplumsal düzenle gerçekleşir. “Bir milliyete ait olma bilinci” olarak tanımlayabileceğimiz “ulus bilinci” bu koşullarda yaşam bulur. Ancak “ulus bilinci”nin yoğurduğu güçlü toplumda ulusal egemenlik gerçekleşir…