Kendimi bildim bileli, ‘bilmediğim şeylerden’ acı çekiyorum. Bunu laf olsun diye veya matah bir şeymiş gibi söylemiyorum. Evet, yıllardır işlemedi

Kendimi bildim bileli, ‘bilmediğim şeylerden’ acı çekiyorum. Bunu laf olsun diye veya matah bir şeymiş gibi söylemiyorum. Evet, yıllardır işlemediğim suçların sorumluluğu ve ağırlığı var üstümde...

Neyin beni hüzünlendireceğini, hangi olayın alıp başka diyarlara götüreceğini de bilmem üstelik…

Annesini babasını kaybetmiş ve ondan sonraki ömrünü yalnız, gölgesiz, dalsız budaksız devam ettirecek olan bir çocuk kahreder ve çarpar alır beni, söz gelimi…

Hatta dünyanın herhangi bir yerinde, vicdanını kaybetmiş ahlaksızların bombaladığı evlerinde, ağzına kum dolmuş kalmış, o halde ağlamaya çalışan bir bebek, siğim siğim ağlatır mesela.

Üstü başı yırtık, sefil bir adamın kuytu bir köşede öylece uzanması, kızıl sıcakta akşama kadar briket taşıdıktan sonra (tam anlamıyla) hakkı verilmeyen bir hamal, kiracısını evinden çıkaramayıp yol iz de bilmeyen yaşlı bir amca…

Son sürat bir arabanın vurduğu kedi, köpek, tilki, çakal veya evine ekmek götürme derdinde olan, saç tıraşının geldiğinden bile haberi olmayan bir memur, bana koş koşa eve gidip masama oturup yazmaktan başka çare bırakmaz…

Bundan daha az acıtanları vardır tabi… Onlara bir nebze kırık, biraz hüzünlü bir tebessümle bakarım. Örneğin köyden pazara satılmaya getirilmiş, kaçmasın diye ayağına ip bağlanmış tedirgin bir tavuk, bir kamyonetin ardına yüklenmiş, gözleri korkuyla açılmış bir at, kasaba götürülen bir süt kuzusu veya zamansız el değiştirmiş yeni doğmuş buzağılı inek de hüzün verir.

Belki onların kimliğine bürünürüm bir an… Yaşadığım kırdan bayırdan, bana çok iyi davranan çocuklardan, çok sevdiğim damdaki arkadaşlarımdan ayrılırım. Durduk yere sahibim beni gözden çıkarmıştır, ona hayıflanırım bir kamyonetin arkasında takırdayarak gelirken... Varsıl insanların taze et yemesi için ‘daha büyümeden’ satmışlardır beni, bunu anlamaya, anlamlandırmaya çalışırım.
***
Aydın’ın incir, kestane, Antep fıstığı, zeytin, üzüm ve narenciye zengini, bereketli topraklarında doğdum ve büyüdüm ben... İlk gençliğimde, Kasım ayının sonunda bağa, bahçeye giderdim.

Ah o sonbahar, bir yas havası, sanki şiddetli kavgalardan sonra gelen o dağılmışlık hâli…

Bu manzaraya tanık olduğumda, ağaçların Ağustos Eylül aylarındaki canlılığını, gümrahlığını hatırladığım için, bu trajedi, bu yitmişlik karşısında göğüs kafesime kavisli bir ağrı girerdi.

İncir ağaçlarının çoğu yapraklarını nasıl da dökmüş veya iyice gazellemiş olurdu. Asmalar uzun çubuklarıyla keskel, herekleri (payandaları) yan yatmış, orasında burasında tek tük, küçük üzüm salkımı kalmış bir şekilde tir tir titrerlerdi.

Antep fıstıkları desen, sanki o çiltim çiltim mahsulleri vermemiş gibi donmuş kalmışlardı. Bir armut ağacı bir kenarda ağlardı. Toplanmamış veya unutulmuş muşmulalar, bana bakarlardı biraz küskünce…

Tüm bunlar, bir gün gelip benim de böyle yaşlanacağımı, elden ayaktan düşeceğimi, yapraklarımı da dökeceğimi ve her insan gibi ölümlülüğü bana fısıldardı.

Bir an önce, bağdan bahçeden kendimi insanların arasına atardım bu yüzden…
***
İçlenme, melankolik durum, illa dertlenecek bir şey bulma, ‘bir düğünde, davette, her şeyiyle güzel herhangi bir yemekte, herkes çok mutluyken (muhakkak) kendi keyfini kaçıracak’ bir haleti ruhiyeye bürünme, benim gibi birçok insanın yapısında vardı belki de.

Bu hüznün, bu matemli halin temelini çok merak etmişimdir… Yıllardır kafamın içindeki bir merkez, kendi kendine düşünmüş durmuştur bu durumu…

‘Sanatçı hüznü’ diyorlar belki de buna… Ayrıca 2017 yılında yaşayıp ‘olanları’ görüp de içlenmemek, kederlenmemek, yaşananlardan ve gelecek günlerden etkilenmemek mümkün mü?

Kitaplarını okudukça Nazım Hikmet’in, Sabahattin Ali’nin, Peyami Safa’nın, Sait Faik’in, Orhan Kemal’in, Yaşar Kemal’in, (okuyucuya garip gelecekse bile) Orhan Pamuk’un ve daha nicelerinin hazinli insanlar olduklarını, ‘diğerlerin’ fark etmedikleri, üstünde durmadıkları şeylerden büyük acılar çektiklerini sonra sonra anladım...

Sözgelişi bundan tam yüz yıl önce, Sigmund Freud’un ‘Yas ve Melankoli’ diye (hüzün ile ilgili aşağı yukarı paralel) bir makale yayınladığını, orada ‘hesaplı melankoliklere’ alenen giydirdiğini de öğrendim.

Yas ve Melankoli’nin sayfalarını ve hüzünlü, büyük yazarların kitaplarını dönüp dönüp okudum. Böylelikle yapabildiğim kadar kendimi anlamaya, anlamlandırmaya çalıştım…

Sahi insanı anlamak mı? Sanırım bunu Freud’da yapamadı ve gelmiş geçmiş tüm yazarlar, nörologlar ve psikologlar da başaramadı.

Geleceğin şanslı veya kimine göre (kendini yetiştirmezse ve hızla giden teknoloji ile baş edemezse) gereksiz, vasıfsız ve kayıp nesli bunu yapabilecek mi orasını bilmem…