Gölgeler; retorik bilmeyen insanlar misali soğuk… Güneş; diyalektikten anlamaya

Gölgeler; retorik bilmeyen insanlar misali soğuk…



Güneş; diyalektikten anlamayan kavgacı gürültücü adamlar gibi dalıyor.



Uzunlamasına yol, biraz yüksek…



Onu aykırılamasına kesen yolda ise belirli bir kot farkı var. Oradan geçerken arabaların burunları havaya kalkıyor.



Taşıtları kumanda eden şoförler kümesinden kaçmış delibaş tavuklar gibi nereye gittiklerini bilmiyorlar.



Güneşe çıksam terliyorum ve atletim ısırgan otu gibi bedenime batıyor.



Gölgeye geçsem içime bir üşüme giriyor ve arada pervasızca toz kaldıran rüzgâr beni uyuşturuyor.



Bazan hayat ne kadar rahatsız edici… Bu kamyonlara, sonu gelmeyen yaşam mücadelesine ve saldır saldır keşmekeşe ne gerek vardı?



Kalkan tozlara bulanmak, bu burunları havada taşıtların her gün biraz daha fazla sokakları işgal etmesine şahit olmak zorunda kalmak ve hoyrat, insana yaşama sevinci aşılamayan bazı yüzlerle göz göze gelmek için mi teşrif etmiş, gariban insan dünyaya…



İçimde, derinlerde bir yerde, inleyen bir ney gibi, kabuk bağlamaya çalışan bir yara, ucu sivri bir çakıyla ara ara deşiliyormuş hissi… Biliyorum bu durum, yerimi beğenmediğimden ileri geliyor.



Avına odaklanmış bir bozyürük yılanı gibi, hep ‘bir şeyler eksik kaldı veya tam olmadı’ hissi dolanıyor etrafımda…



Bazı telefon konuşmalarımdan sonra yaşarım bunu…



Kapatır kapatmaz ne konuştuğumu bile hatırlamam. Yıllanmış borulardan çıkan sesler, küflü künklerden gelen iniltiler gibi evinsizce edilen laflar yankılanır kulaklarımda…



Aman bir çam devirmeyeyim de kaygan bir sorun çıkmasın ve sağ salim kapatıp bitirelim şu retorikten yoksun konuşmayı…



Etken’i de bilen, edilgen’i de fark eden Fyodor Dostoyevski tarzı, fazla bilinçli, her şeyi fark ve hisseden insanın zavallılığı ve çaresizliği…



Bazan muhatabımı geri aramak isterim. O zaman yine olmayacağından ve daha çok acı çekeceğimden korkar, o anki daha az kötücül his ile yetinirim.



Georges Bataille, Lanetli Pay’da ''İçten dünya, ölçüsüzlüğün ölçüyle, deliliğin akılla, esrikliğin bilinçlilikle zıtlaşması gibi gerçek dünyayla zıtlaşır...'' demiş.



Yoksa insanlar, gerçekten içten bir dünya, ölçü, akıl, bilinç mi arıyor?



Ya da bu toplumun hayatı ölçüsüz, ortalama dışı, delilik sınırında, esriklik ve tatminsizlik halinde mi geçiyor?



“İnsan kendi acılarını yine kendi acılarıyla unutur.” diye haykırmış Kierkegaard. Bunu sonrakilerin bir öncekinden daha büyük olacağını bildiği için mi söylemiş?



Hissediyorum alternatif olmayı kendime yediremememden her şey… Kendimi buralara ait hissetmediğimden…



Uzunlamasına yol ötekinden biraz yüksek… Kot farkından dolayı aşağıda kalan arabalar komplekse giriyor olmalı…



Güneşe çıksam bu aydınlık beni çarpıyor, terliyorum ve içimdeki arada tıslayan bozyürük yılanını hatırlıyorum.



Gölgeye geçsem bedenimde bir ürperme ve hınzırca toz kaldıran rüzgâr beni bunaltıyor, kıyafetin altına nereden girdiği belli olmayan bir kokar karınca gibi ısırıveriyor arada…



İçimde, inleyen bir ney gibi, kabuk bağlamaya çalışan bir yara, ucu sivri bir çakıyla deşiliyormuş hissi… Biliyorum, ölmeden bu halden kurtulamayacağım.



Öyle ya, büyük şair, Behçet Necatigil’in dediği gibi “Bir gün gelir bu yollardan. Şahit ister geçtiğime.”