“Artık sevgi ile nefretin, iyilik ile kötülüğün kıyasıya mücadelesidir yaşanan...” diyor Victor Hugo, Notre - Dame'

“Artık sevgi ile nefretin, iyilik ile kötülüğün kıyasıya mücadelesidir yaşanan...” diyor Victor Hugo, Notre - Dame'in Kamburu’nda.



Karadeniz Bölgesi’nin sularını, yeşilliğini ve heybetli dağlarını çok seviyorum ben. Hep kendimi o güzelim yerlere gitmiş, oralarda gönlümce gezmiş dolaşmış ve fotoğraflar çekmiş olarak hayal ediyorum.



Yaylalarının kendine özgülüğüyle, insanların safiyane duruşlarıyla ve bitki çeşidinin zenginliğiyle Karadeniz benim gözümde bir başka. Üniversiteye hazırlanırken, deneme sınavlarında, metin verilip o bölgeyi anlatan paragraf sorusu önüme geldiğinde çok mutlu olurdum.



Fakat bir arkadaştan duyduğuma göre, bizim köydeki insanlar gibi, oradaki halk da hayatından pek memnun değilmiş. Sahip olduklarının kıymetini bilmiyorlar, elindekilerle için mutlu olmuyorlarmış. 



Aslında aşağı yukarı her yerde bu durum böyle… Birçok kimse yaşamından keyif almıyor ve yaptığı işi beğenmiyor. Herkesin gövdesi burada, aklı başka yerde…



Böyle olunca da insanlar çalıştıkları işlerine nakış nakış sevgilerini işleyemiyorlar. Dünya’ya bir güzellik katalım, çorbada bizim de tuzumuz olsun diye düşünmüyorlar.



Her şeyi sorun etme, mızmızlanıp durma, olayların kötü taraflarını görme, var olan şeylerin değerini kaybettikten sonra anlama ve hep bir memnuniyetsizlik hâli insanın her işine musallat olmuş durumda.



Sadece şehirde değil bu durum, natürelliğin kol gezdiği köylerde de aynı artık. Şehirde ikâmet edenler köy özlemi çekerken köyde yaşayanlar şehir hayatının hayaliyle yanıp kavruluyor.



Mesela bizim oranın (kitaplarımda çokça bahsini ettiğim Aydın, Sultanhisar, Atça Uzunlar Köyü’nün) insanını ele alalım. Ah, içinde bulundukları durumun, bereketin, atmosferin ve çeşitliliğin güzelliğini bir anlasalar.



Ben memlekete gittiğimde yerimde duramam. Dalından meyve koparmak, ellerinde sapanlarla gezen çocuklarla sohbet edip onlara kuşları vurmanın uygun olmadığını anlatmak, çocukluğumun geçtiği yerlerde dolaşmak ve geceleri çakır yıldızları seyre dalmak benim için müthiş bir şeydir.



Ama bizim köyden bazılarını dinlersen, köy bitmiştir, burada yaşanmaz artık, köyün altından bir ateş çekivermek lazımdır. Ben gene de pes etmem. Karşılaştığım insanlara “Nasıl gidiyor, hayatınızdan memnun musunuz?” diye sorar, “Ne bolluk bir yerde yaşadıklarını” anlatmaya çalışırım onlara.



Muhataplarım, daha söyleyeceklerim bitmeden, “Sürünüyoruz, sen o söylediklerini bizim külahımıza anlat, sen memuriyetin faydaları ve konforu içindesin!” derler.



O temiz havayı, organik ürünleri (inciri, üzümü, kestaneyi, elmayı, armudu, antepfıstığını ve daha bir yığın mahsulü), doğayı hakir görürler. Oysa, tamam çok çalışıyorlar, her iş kol gücüne bakıyor, ama emeklerinin karşılığını (bilhassa son yıllarda) alıyorlar ve her türlü imkânları da var.



Hep bir şikâyet hali mevcut. Yağmur çok yağsa ilk tepkileri, “Tüh tüh gitti gitti, her şey mahvoldu,” oluyor. Hava biraz soğuk olsa, “Mahsulleri don vurdu, işe yaramaz artık,” diye dövünüyorlar. Sıcak olsa bu sefer kuraklıktan dert yanıyorlar.



Aslında, doğanın kendine göre getirileri olmakla birlikte, yağmur, kar, güneş, rüzgâr ve mavi gökyüzü tüm sene bizim köye çalışıyor ama bu durum hiçbir çiftçiyi hoşnut edemiyor. Mütemadiyen söylenmekten, serzenişten başka bir şey yapmıyorlar.



Keyifsizlik herkes de biraz var. Adam tüccarsa, “İşler nasıl?” diye sorarsın muhakkak az kazanıyordur, yakında kepenk kapatacaktır. Müteahhittir 20 daire yapıp satmıştır, 50 dairededir gözü hâlâ. İnsan doyumsuz olmaya görsün, önüne altın siniler içinde güzellikler sunsan da kâni olmaz.



Aslında bir yemek yapılırken bile içine sevgi, mutluluk, şefkat katılırsa daha lezzetli olur değil mi? İnsanlar da şifa olsun diye mahsul yetiştirse tadından yenmez.



Bir film izlemiştim, şimdi filmin adını hatırlamıyorum. Kız pastanede çalışıyordu. Bir gün pasta yaparken, okuldan bir çocuk, neden bu mesleği yaptığını, Harvard Üniversitesi Hukuk Bölümü’nü bırakmasının delilik olduğunu söylemişti kıza.



Gülümseyen kız, “Evet, Harvard Hukuk’u terk ettim ama ben bu git gide karışıklığa gark olmuş dünyayı nasıl güzelleştirebilirim diye düşündüm. Çok nefis pastalar yaptığıma inandığım için bu işe girdim. Ve bu pastaları yiyen insanların mutlu olduklarını gördüm ve bu dünyayı pasta yaparak daha yaşanılır bir hale getirmek için kolları sıvadım,” diye cevap vermişti. 



Kızı eleştiren kişi çekilip gitti. Bu filmdeki kızdan yola çıkarak düşünmeli, yaşadığımız yeri sevmeli, mevcut durumu korumanın yollarını aramalı, işimizin/mesleğimizin kıymetini bilmeli ve dünyayı nasıl daha güzel bir yere çevirebiliriz ona kafa yormalı…



“Artık sevgi ile nefretin, iyilik ile kötülüğün kıyasıya mücadelesidir yaşanan...” diye düşünüp, sevgiyi, iyiliği, memnuniyeti, paylaşmayı, yardımcı ve yüksek bir ruha sahip olmayı öne çıkarmalı…



Çünkü başka çaremiz yok…