‘İslam’ın Dirilişinde İslam Dünyası’nın Durumu’ başlığı ile ikinci bölüm kaleme alınmış bence kitabın en önemli bölümü burası. Ç

‘İslam’ın Dirilişinde İslam Dünyası’nın Durumu’ başlığı ile ikinci bölüm kaleme alınmış bence kitabın en önemli bölümü burası. Çünkü inancımız şu ki, İslam dünyası hariçten her ne gelmiş olursa olsun içten bir dirilme ateşi, kendini gerçekleştirme metodu ve kararlılığı olmadan gerçekleşmesi istenilen dirilişi gerçekleştiremeyecektir. Bu sebeple İslam’ın dirilişinin kaynağının ve nereden başlaması gerektiği hakikatinin yerinde yapılmış ikrarı olmuş.
Bunun için en başta bugünkü içine düşülen vaziyeti, tarihsel süreci bilerek tespit etmek gerekir. “İslam dünyası, I. Dünya savaşına kadar yeniden ayağı kalkmasını Osmanlı Devletinden bekliyordu. Çünkü: Osmanlı Devleti, yeniçağlardaki tek büyük İslam Devletiydi. Kültür, siyaset ve ideolojik hedefleriyle bütün İslam kütlesini temsil ediyordu. Tüm dünyadaki Müslümanların yüzü ona dönüktü. Osmanlı Devletiyse bir türlü kendini toparlayamıyordu. II. Abdülhamid, çok ileri bir görüşle, İslam Dünyasının her yanına uzanan bir ilgi ağı kurmaya çalışmışsa da bunun yemişlerini devşirme imkânı bulamadan devletin başından uzaklaştırılmıştır. I. Dünya Savaşı Batılılara İslam Dünyasının son dayanağı olan Devletimizi çökertmek fırsatını verdi. Türkiye hariç, bütün İslam âlemi Avrupalıların eline geçti. Bu durum aşağı yukarı İkinci Dünya savaşına kadar sürer.”  İslam Dünyasının içerisinde bulunduğu sürecin ilk bölümü; I. Dünya Savaşı öncesi, savaş süreci ve savaşın sonrası ve II. Dünya savaşına kadar olan süre zarfını kapsamaktadır. Bu dönemde, İslam âleminin batılıların hegemonyası altında bulunuyor olması, birçok İslam ülkesinde kültürel yozlaşmanın ivme kazanmasına yol açmıştır. İslam’ın dirilişi için belki de en büyük badire buydu. Çünkü kültür, toplumun düşünce sahasıdır. Bizim fikre mütehakkim olmayışımız, dirilişe yönelik adımlarımızın da olmaması sonucunu doğurdu. 
II.Dünya savaşından sonra bir çok İslam devleti bağımsızlığını elde etti. Bu bağımsızlık ilanı ile birlikte İslam dünyası için ikinci dönem başlamış oldu. Kitabımız bu bölümü ‘Ekonomik Bağımsızlık dönemi’ olarak adlandırıyor. Bu dönemde her ülke kendi iktisadi kaynaklarından tam anlamıyla faydalanma mücadelesine girmiştir. Bu mücadeleyi İslam ülkeleri batı tipi kalkınma modelleri ile gerçekleştirmek istemektedirler. Yeni bir ekonomi model inşa edebilen çıkmamıştır. Bu alana yönelik birkaç adım atılmış olsa da Batıya ya da Doğuya alternatif bir ekonomi modeli şuana kadar İslam topraklarında maalesef işlerlik kazanabilmiş değildir. Ve bu karşımızda anlaşılabilmiş bir toplumsal sorun olarak da durmuyor. Bu da bize I. Dönem için bahsi geçen kültürel dejenerasyondan ne derece etkilenildiğini gösteriyor. 
Anlaşılıyor ki “Temelde problem, insan problemi, dünya görüşü problemi, kültür seçme problemidir. Osmanlı Devleti zayıfladıkça, Batılılar içimize girmiş, İslam’a olan inanç ve güvenimizi yıkmışlardır. Bu güven ve inanç çözüldükçe biz de bütün kurtuluşu Batılılaşmakta görmeye başlamışız. Böylece artan, kökleşen bir kültür emperyalizminin kurbanı olmuşuz. Yeni yetişen kadro tam anlamıyla batıya adapte olmuş bir kadrodur. İslam dünyasının her tarafında böyle bir adaptasyon nesli köşe başlarını tutmuştur.” Sezai karakoç s.20 Bu adaptasyon süreci ile İslam dünyasının önemli bir kısmının kültürel kodları bozulmuş, kendine has idealleri yok olmuş, geçmişinden ve inancından bihaber nesiller ortaya çıkmıştır. Bu nesiller için çözüm üretmede, hedef üretmede artık İslam bir alternatif dahi değildir. 
İkinci dönem, birinci dönemin etkilerinin devamı ile tasvir edilebilir. İkinci dünya savaşının sonucunda Asya ve Afrika’da batıya karşı girişilen ayaklanmalar sonuç almaya başlayınca, İslam dünyasında da batı imajı sarsılmıştır. Ve yeni bir oluşumun mümkün olabileceği ihtimali kuvvetlenmiştir. Fakat dirilişin olabileceği bu dönemde İslam coğrafyaları bu dirilişi gerçekleşmesinde öncü olabilecek aydın kadrosundan mahrumdur. Eser bu dönemin münevverlerini tasvir ederken şunları söylüyor:  “Batı baskısına ses çıkaramayan, ikinci, üçüncü, kalite batılı bir kadro yapısını taşıdığından, yanlış ve basitçe yorumlanmış batı doktrinlerinin dışına çıkacak bir kafa ve yürek sağlığından mahrum bulunduğundan, kritik ve reaksiyon, başkaldırma ve dönüşme, direniş ve değişiş, yine batı tipi doktrin ve ideolojiler arasında yer ve yön değiştirme şeklinde ortaya çıkmış ve muhtevasını batı kaynaklarından çekmiştir.” S.21 
Maalesef bu dönemde İslam coğrafyalarında aydınların büyük bir kısmı özüne yabancılaşmış, İslam’dan ümit kesmiş, hatta İslam’a muhalif batı kaynaklı ideolojilerle beslenmiş durumdadır. Halk için ise aynı şey söylenemez. Geçmişinden kopmayan, inancını yaşayan halk, aydın kesimde var olan düşünce tarzı ile birçok kez karşı karşıya geliyor. Batı ile İslam arasında var olan çatışma İslam ülkeleri içerisinde bu şekilde yansıyor.               
“İslam Halklarının yeniden kendilerini bulmaları için, her şeyden önce, İslam aydınının gelmesi, onun gelmesi için de, bir düşünce dirilişi şarttır. Düşünce dirilişi olmaksızın inançta diriliş gelişemez. İnanışta diriliş olmaksızın da duyuşta, duyarlılıkta, yani sanat ve edebiyatta diriliş başlayamaz. Tanzimat’tan çok önce, bir düşünce durgunluğuna girdiğimiz doğrudur ve gerçektir. Tanzimat’tan sonra da, genel olarak bu durgunluk sonuna kadar gelişerek hiç düşünmemeye kadar varmıştır. Veya daha kötüsü, sağduyuda kaynağını bulamayan ters bir düşünce akımı, o da cılız ve sık sık kuruyarak gelişip durmuştur. Kopya bir düşünce akımı yani.”  Bu sonuç bize göstermektedir ki;  I. Ve II. dönemin kaotik vaziyeti bugünün nesline ağır bir vazife yüklüyor. Bu vazife: ‘Düşüncede dirilişi gerçekleştirmek, kültürel dejenerasyonların kültür sahasında açmış olduğu yaraları sarmak, fikir köklerimizle buluşmaktır.’