Allah-u Ekber dağlarından geliyorum. 

Doksan bin evladın kardan yorgana sarılıp ebedi uyuduğu şehitler diyarından. Karlar bir seccade gibi serilmiştir çam ağaçlarının kıyılarına. Soyum Kafkaslar diyor ölmüş atalarım. Çokta mühim değil hani dünyalı olduktan sonra.

Neden mi anlatıyorum soyağacımı, merak edenlere kısa not; bu dünya misafirliğinin merdivenlerine attığım geçmiş çocuk adımlardan bahsedeceğim biraz da.

Sarıkamış uzun seferlerin düzenlendiği, doğu ekspresinin uğrağı, kristal kar tanelerinin ritmik dans ettiği çam ağaçlarıyla büyüleyen memleketim.

Yıllar oldu yolunu tutmayalı. Yıllar oldu bu hasret evet, seherde güneşin gözlerimle buluşmaması, serçeçik kuşlarının kulaklarıma dokunmayışı yıllar oldu. Nasıl bir özlem rutubetli kederli ah anlatamam…

Henüz 12-13 yaslarında Ortaokul öğrencisiydim. Kapkara önlükle kar beyaz umutlar düşlerdim. Saçlarıma henüz beyazlar dokunmamıştı, yüreğime hüzün. Kar çiçeği öperdim içtenlikle adının kardelen olduğunu öğrenmeden evveli.

Kar tanelerinin şekillerine hayranlıkla bakardım okul yolunda. 3 km’ lik okul yolunda uyuşan ellerimi hohlaya hohlaya okula vardığımda yüzümün büsbütün uyuşuk, mimiksiz, ellerimin ise hissizliğiyle ağlama isteği doğardı. İçimin üşümesine, dişlerimin birbirine vurmasına engel olmazdım.

Okula vardığımda, kıpkırmızı burunla ısınmaya çalışırdık sobanın başında, benim gibi okul yolunda üşüyen arkadaşlarımla. Ve o muazzam sızı başlardı ellerimizde. Kar sızısı dedikleri yani.

İlk iki ders kalem tutamazdı ellerimiz. Üşümüşlük ve hissizlik anlayışını iyi bilirdi öğretmenlerimiz.

Bazen okula giderken şehrin babacan Sultan abisi denk gelir dolmuşuyla alır okula bırakırdı ben ve benim gibi yürümek zorunda kalan çocukları. Aklımda iyi bir insan olarak kalan Sultan babayı her andığında dua etmişimdir mutlaka.

Kim fark ederdi ki bir çocuğun üşüyen yüreğini. Yok oluşunu görmediğimiz var oluşların farkındalığı desem yeridir.

Nasıl mı?

Etrafınızda sessiz sakin fark edilmeyi bekleyen birileri olduğunu düşündünüz mü hiç.

İşte çocuk yüreğimle fark edilmeyi bekleyen minik adımlarımla kara isyan ederken Sultan baba geçip gitmezdi her gördüğünde. Durup dolmuşun kapısını açıp  -ki tıka basa olsa da dolmuş- gel içeri minik serçe der dolmuşa alır okula bırakırdı.

Çocuktum fark edilmeyi bekleyen kalabalıklar içinde görünmeyen ufak sıska çelimsiz bir çocuk.

Şimdi ben etrafımda ki fark edilmeyi bekleyen, yüreği bedeni çocuk kalan herkesi görmenin huzuruyla o günleri anmaktayım.

Hadi telkin edin aklınızı. Sıyrılın sanrılarınızdan. Bir nefeslik düşünün mesela.

Çocuktum ve boyumu geçen kar yığınları arasında okula giderken titreyen adımlarımıza merhem olurdu Sultan baba. “Seni önemsiyorum çocuk “derdi adeta. Gülümseyen çehresiyle “gel çocuk yürüme daha fazla” der para bile almazdı çoğunlukla. Ve o gülümseyiş ısıtırdı içimi güvenden yana.

O günlerde iyi bir insan olmanın bedava olduğunu öğrendim.  O günlerde büyüdüğümde iyiliğe uzanan el olmayı diledim.O günlerde kar kaplı şehrimin iyiliğe uzanan eliydi Sultan baba.

Belki o farkında değildi ama çok şey kattı o küçük kıza.