RÖPORTAJ: GİZEM YILDIZ

“Edebiyat, aslında bir nevi toplumsal terapi niteliği taşır”



Merhaba Mirza Bey, bugün sizinle “Kaybetmek” adlı, yeni raflarla buluşan kitabınız hakkında sorular soracağım. Daha önce roman ve deneme türü kitaplarınız vardı. Yanılmıyorsam bu dördüncü kitabınız. Yeni kitabınız nasıl bir literatürün içine giriyor?

- Daha önceki birinci kitap “Sessizliğimle Dans” denemelerden, ikinci kitap “Yalnızlığın Bilinmeyen Yüzü” deneme, öykü ve büyüklere masallardan oluşmuştu. Üçüncü kitabım “Hayalini Arayan Kadın” bir romandı. Onu yazarken, daha sonrasında yine bir romanlar ilerleyeceğiz dedik. Sonra “Kaybetmek” geldi. Bu kitabım direk roman literatürünün içine giriyor, uzun hikaye.



- Sizin daha önceden tasarladığınız bir roman mıydı?



- Aslında gerçek bir hikayenin romanlaşmış şekli. Kitabın içindeki konu çok ilginç bir hayatı içeriyor ve günümüz insanının çatışmalarını, yanlış kararlarını, çocukluktan getirdiğimiz bazı davranışların ileriki yaşamlarda hayatımızı nasıl etkilediğinin izleri var. Bizi besleyen çocukluğun izleri var. Bugünkü paraya ve maddeye önem veren insanların, mutluluğu orada yakalayıp yakalayamayacağı konusu mevcut...



“Kaybetmek” iddialı bir isim.



- Hikayenin içinde kazandığını düşünen bir insanın kaybettiği bir içerik var. Kaybetmek, hikayenin içerisinde çok ön plana çıktığı için kitabın ismi oldu ve girişimizde şöyle bir cümle var “İnsan kazanmaya çalıştığında kaybetme riskiyle, kaybettiğini düşündüğü bir zamanda ise kazanma şansıyla karşılaşır” Yani, bunların hiçbirisi önceden bilinemez. Herkes kazanmak ister, kimse kaybetmek istemez, ama aldığımız kararlar kaybetmemizi sağlıyor. Kaybetmek de aslında izafi bir duygudur. Kaybetmeyi şöyle tanımlayabiliriz aslında; çok istediğimiz bir şeyi, elde edip sonra kaybetmek.



Bu yeni romanınızı ne zaman yazmaya başladınız? Nasıl bir yazım süreciniz geçti?



-  Hayalini Arayan Kadın bittikten sonra bir ay bir sinopsis süreci yaşanırken hikaye araştırması yapıldı. Üç ay hikaye araştırmasından sonra bir taslak oluştu. Taslaktan sonra da, dokuz ay yazıldı, iki ay düzenlendi. Toplamda 13 ay gibi bir zamanda ortaya çıktı. Kaybetmek romanına sadece bir hikaye desekte. Herkes kendinden parçalar bulacak, kendini sorgulayacak, düşünecek. “ Kaybetmek” bence iyi bir romanda olması gereken bütün özelliklere sahip



Siz daha çok hangi dili seviyorsunuz? Anlatmayı mı, öğretmeyi mi, hayal kurdurtmayı mı?



- Her üçünü de seviyorum, her üçünü de yapmaya çalışıyorum. Zaten benim hikayelerimi  okurken o gerçeğin içerisine giriyorsunuz. Başardığımı söylüyorlar. Bazı kitaplar hayal kurdurturken bazıları içine almaz insanı. Samimi bir dil önemlidir. Tasvirler önemlidir, anlaşılır bir şekilde hikayeyi takip etmek önemlidir..



- Bazıları çok didaktik oluyor.



- Evet, aynen. Şimdi, bu parmak sallayan yazar tipleri vardır. Okuyucuya “Siz bilmezsiniz, ben bilirim” şeklinde parmak sallar. Ben o tip bir anlatım tarzını sevmem. Ben hikaye akarken, o hikayenin içinde kendini bulan öğretiş şekillerini seviyorum. Aynı zamanda okuyucu kitabı okurken edebi bir zevk alacak, yeni bir şey öğrenecek, onun sürükleyiciliğine katılacak. Ben bugüne kadar okuduğum romanlarda nerede sıkıldıysam, kendi anlatım ve yazım tekniklerinde bunu okuyucuya yapmamak için özen gösteriyorum. Roman bittikten sonra ben, yazar şapkasını çıkartıp, okuyucu şapkasıyla yazıyorum. Eğer beni sıkan bir bölüm varsa, o bölümü tekrar gözden geçiriyorum. İnsanlar edebiyatı neden sever bilir misiniz? Çünkü başka insanların yaşadığını siz anlatınca kokuyucu kendinden parçalar bulduğu ve ben yalnız değilmişim dediği için. Aslında edebiyat bir nevi toplumsal terapidir.



Yazarken okur kaygınız oluyor mu?



- Benim hiç öyle bir kaygım yok. Eğer siz böyle bir kaygıyla yola çıkarsanız “Beni okusunlar. Okunacak mı, okunamayacak mı?” diye, siz orada kendi yolunuzu kaybedersiniz. Ben  yazıklarımı iyi bir  planlama sürecinden geçiririm. Bir önergesi olur o kitabın. Önerge içerisinde hikaye oluşur. Mevcut hikaye gerçekse eğer, roman diline çevirirsin. Eğer gerçek değilse, kurgusunu oluşturursun. Ondan sonra okuyucu sevip sevmediğine kendi karar verir. Günümüz insanının zamanı çok önemli. Siz bir insana, bir binayı tasvir ederken, bu binanın 500 yıllık tarihini bir buçuk iki sayfa anlatmaya kalkarsanız, okuyucuyu sıkarsınız. Orada sanat tarihi öğrencisi değil, okuyucu. Okuyucu, hikayenin içerisinde akarken, hayal edebileceği şekilde, kısa cümlelerle ve etkili bir anlatım biçimiyle okumayı sever.





Romanın içinde bir Celal karakteri var. Tüm kurgu onun üzerinden mi dönüyor?



- Celal karakteri kadar önemli bir karakterimiz daha var; “Gizem” karakteri. Celal karakteri, Gizem karakteri, bir de en az onlar kadar önemli olan Erdal karakteri var. Bu kitabı okurken okuyucu kimi zaman onlara kızıyor. Ardından bir bölüm sonra öyle bir gerçek ortaya çıkıyor ki, okuyucu kızdığına üzülüyor. Kahramanların yaptığı bir haksızlığın ya da ahlaksızlığın temel bir nedeni var. Çocukluğunda yaşamış olduğu bir acı, çocukluğunun ona yüklemiş olduğu bir anlayış, onun bugün neden bu hataları yaptığını anlatıyor bize. Kimi zaman karakterlere acıyoruz, kimi zaman kızıyoruz, ama hikaye okuyucuyu içine alarak sürüklüyor.



Bu zıtlıkları benlik çatışmalarını da ele alıyor.



- Bazı bölümlerde psikolojik tahliller ve benlik çatışması var. Benlik çatışması aslında her insanda vardır. Kimisinde ağır hezeyanlar olur, kimisinde hafif geçer, kimi insan o benlik çatışmasıyla tanışmak istemez. Biz insanların en zor tanıdığı, tanımaktan kaçtığı kişi kendisidir. Neden bu böyle?  Çünkü kendimizle yüzleşmek istemeyiz. Her olaya insanoğlu bir bahane bulduğu için kendisiyle yüzleşince, kendisindeki eksiklerle yüzleşeceği için, zaten dünyada çok fazla acı var,  birde bu acıya da katlanmak istemediği için. İnsanların yaptığı en kolay kaçış şekli kendini eleştirmektir. Çünkü aynadaki yansımasından korkar.



Zaten toplumun bir sıkıntısını yazar olarak toplumun yüzüne vurduğunuz zaman toplum o kitabı daha az okur. Çünkü onun acısını yüzüne vurmuştur.



- O zaman psikolojik travmaların da yer edindiği bir roman bu...



- Aynen öyle.



Bu kitabın heyecanı, sizde uyandırdığı duygu, içinizi hareketlendiren o kıpırtının adını koyabilir misiniz?



- Ben bütün kitaplarımda şunu söylüyorum; bugün insanlarımız yeni bir sıkıntı ile karşı karşıya, sıkıntı şu; çağımızın insanı önceden olmayan binlerce sorunla şimdi uğraşmak zorunda. Esasen yaşam bugün her alanda yeni bir bakış açısına muhtaç, yeni bir yoruma muhtaç. Ben bugünkü insanların bu bakış açısı ve yorumunu geliştirmeye yardımcı olmak için hikayelerimde, denemelerimde ve romanlarımda elimden geleni yapmaya çalışıyorum. Bu bana bir heyecan veriyor. Bir defa, sizi seven okuyucular var ve onlara bir şeyler katıyorsunuz. Bu başlı başına bir heyecandır. Her yazarın görevi okuyucuyu aydınlatmaktır. Aydınlattığını sürece içinizdeki o heyecan devam eder.





Peki, siz hiç kendi içinizde tıpkı “Celal” gibi var olan bir Mirza ile kendini yeni diye tanımlayan bir Mirza arasında kaldınız mı?



- Romandaki Celal’in daha derinleşmiş sorunları var. Burada gözlem ve empati kurmaya çalıştım, ama kendi adıma o kadar büyük sorunlar yaşamadım. Çünkü ben kendimi tanımaya çalışan biriyim. Her insan çatışma yaşar ama ben hezeyana varan  bir benlik çatışması yaşamadım, ama tabi ki her insan gibi ben de bazen varla yok arasında gidip geliyorum. Zaten her yazar, eğer içine girmiyorsa o kitabın, kendinden, görüşlerinden, fikirlerin parçalar yoksa, o kitapta bir eksiklik var demektir. Önce siz o kitaba yüreğinizi koyup, yüreğinizle yazacaksınız. Sessizliğimle Dans kitabında bir cümlem var benim “elden çıkan ele, ağızdan çıkan kulağa ulaşır, kulaktan düşer, ama kalpten çıkan kalplere ulaşır ve orada yaşar”. Yazar beyniyle yazdığı gibi yüreğiyle de yazamıyorsa o kitap okuyucuyu içine almaz.



Siz kendiniz ne tür kitapları okumayı seviyorsunuz? Bir başucu kitabınız var mı?



- Başucu kitaplarım değişiyor. Ben çok okuyan biriyim. Sosyoloji, felsefe, psikoloji, biyografi, roman, hikaye türü çok okurum.



- Yazar olarak seçiciliğiniz var mıdır?



- Bir kere şunu bilelim ki, iyi okuyan her insan bir seçiciliğe sahiptir. Misal ben şuanda “Kaybetmek” kitabından sonra gelecek kitap için okunmayı bekleyen 124 hazır kitabım var rafta. Hepsi de o proje bitinceye kadar okunacak.



- Daha yazmadınız sadece tasarladınız?



- Tasarladım ve araştırma aşamasındayım. Konusu belli.



- Roman türü mü?



- Roman, ama daha fazla bilgi vermek istemiyorum. Tarih romanı olacak. Herkesin ilgiyle okuyacağı, % 100 gerçek olan bir roman olacak. Ortaya çıkınca hepimiz göreceğiz. Doğrusu bende merakla bekliyorum sonucu



Sizce bir okura eline aldığı kitabı sevdiren, onda okuma hissi yaratan, kısacası “benim bir albenim var” dedirten kitaplar nelerdir? Türü mü? Kapağı mı? Tanıtım bülteni mi?



- Tanıtım bülteni zaten içinden çıkıyor kitabın.



- Evet, ama tanıtım bültenine konulması için yazar kitabın içinden en çarpıcı olanı seçiyor.



- Ben şuan “Kaybetmek” aslı kitabımın tanıtım bültenine en çarpıcı olan sözleri koymadım. En çarpıcı olanları sürpriz yaptım. Önemli olan bence romanın içeriğidir. İçeriği iyi olan bir romanın kapağı çok önemli olmuyor. Bizde gerçek okuyucu çok az onlar da görsele önem vermez. Görsele önem veren okuyucular, önyargılı okuyucu, bilinen bir yazarın kitabını okumasa da alıyor. Herkesin okuduğu, toplumda bir furya başlatan bir kitabı, sevsin sevmesin almakla kendini yükümlü hissediyor ama okuyor mu emin değilim. Gerçek okuyucu kimin ne yazdığını bilir, inceler, takip eder, kapağına, arkasına çok takılmaz. Biraz araştırmacı olur, seçici olur. Maalesef bazı insanlar  kapağına, arka tanıtım yazısına çok fazla önem veriyor. Kısaca az okuyan bir toplumuz. Okumada da çok seçici değiliz.



- Bunun nedeni nedir sizce?



- Bugün Avrupa’da kişi başı yıllık kitap okuma oranı 1.200 sayfa, Amerika’da keza onlara yakın, ama Japonya’da 2.400 sayfa. Çin’de bile 1000 sayfanın üzerinde. Biz de, inanamazsınız ortalama 4 sayfa. Şimdi tabi bu toplumun gelişmişliğiyle ilgili bir şey... Gelişen toplum okuyor, okuyan toplum gelişiyor. Aslında bu yumurta tavuk, tavuk yumurta ikilisi gibidir. Cehalet az okumayı doğuruyor, az okuma cehaleti doğuruyor. Bu negatif bir döngü yaratıyor. Çok okuma gelişmişliği, gelişmişlik çok okumayı yaratıyor. Bu da pozitif döngü... Biz maalesef negatif döngü de olan tarafız. Pozitif döngüye gelebilmemiz için çok özel politikalar lazım. Tabi bunlar bir yazarın yapabileceği bir şey değil, devletin yapabileceği bir şey.



- Okumanın önemini anlatan seminerler gerek, o ilkokuldan başlayan öğretmenlerin öğrencilerine, pedagog desteğiyle verecek eğitimler ve kitaplar gerek, Talim Terbiye Kurulu okuma üzerinde çok derin düşünüp, yeni kararlar alması gerekiyor. Benim kanımca bir gerçek var; devlet ve siyaset isterse bizim toplumumuzu, Avrupa kadar okuyan bir toplum yapabilir, ama kanımca bir sebepten dolayı bunu istemiyor.



- Özellikle cahil bir toplum yetiştirdiklerini savunuyorsunuz.



- Çünkü cahil toplumu yönetmek kolaydır. Bu hangi siyaset gelirse gelsin; sağ, sol veya Ahmet, Mehmet gibi bir ayrım olmaksızın aynıdır. Geçmiş iktidarı, bugünkü iktidarı suçlamıyorum. Genel bir yapı olarak söylüyorum. Bilgili insan sorgulayıcıdır, sorgulayıcı insan muhalefet olur diye düşünülüyor. Muhalefet ve sorgulama istediğimizi yapmaktan bizi alıkoyacağı için başımızı ağrıtır. Yani, devlet olarak ne kadar az okunursa, biz o kadar rahat idare ederiz mantığı bence hakim ama bu mantık aynı zamanda yine kendi ülkemizi vuruyor. Çünkü bilgi ve bilgili insan siyasetçilere de lazım. Eğer sizin toplumunuz çağdaş bir düzeye yükselirse üretiminiz artar, sanat eserleriniz artar, geliştiğiniz ölçüde de devleti idare etmek daha kolay olur. Bugün en küçük bir sıkıntıda ekonomik krizler yaşıyoruz, çünkü az gelişmiş, az okuyan bir toplumun üretim anlayışı, yönetim anlayışı gelişmediği için bu krizleri yaşıyoruz. O cahil toplumu idare etmeyi seven siyaset, bu sefer sıkıntı yaşıyor. Cehaletin kimseye yararı yoktur. Bu döngüyü kırıp, cesaretle halkı çok okumaya, çok bilinçlendirmeye derhal çalışmamız lazım. Bunun için çok uzun yıllara da gerek yok. Alacağımız tedbirlerle kısa zamanda yol almamız mümkün. Temenni ediyorum ki, bir Avrupa, Amerika, Japonya tolumu kadar olmasa da, onun yarısı kadar okuma oranına ulaşabiliriz ve böylelikle daha çok gelişiriz. Dikkat edin, okuma oranları ve gelişmişlik arasında çok yakın bir ilişki var. İşte bu da bizim nasıl gelişebileceğimizin ipucunu veriyor.



Sizin kitap tasarımınız da oldukça ilgi çekici olmuş. Özellikle karanlık bir renk seçmek, kitabın adıyla ve konusuyla uyum sağlaması için kullanılmış bir tema mı?



- Şık bir tasarım olsun istedik. Kapağımızda, Kaybetmek yazısı camdan ve siyah tonunun üzerinde kırılmış. O camların kırık parçalarının dağıldığını gösteriyoruz. Hikayenin temasını anlatıyor. Siyah ton, sadece o zeminde iyi duracağı i.in seçilmiş



İmza günleri, tanıtımlar, söyleşiler ne zaman başlıyor?



- Başladı. Gerek gazete ve televizyon röportajları, gerekse imza günleri programımız gün geçtikçe daha çok netleşiyor.



Sorgulayan bir kimlik taşıyan bu kitabınız okurlarınıza nasıl bir his bırakacak?



- Okur kitabı okuduktan sonra kendisini, kararlarını sorgulayacak. Kaybetmek romanını okumaya başlayan okurla, kitabı bitiren okur aynı kalmayacak. Bu en büyük iddiamız. Kaybetmek derken bir aşkı kaybetmekten bahsetmiyoruz. Bizim toplumumuzda bir de sosyal medya okuyucusu var. Bu okuyucu kitap okuyucusu değildir, daha çok aşk ve ilişkiler üzerine yazıları sever. Bir afrodizma okuyucusudur. Çünkü aşk ve ilişkiyle ilgili sorunları ve sıkıntıları çok fazladır. Benim kitabımın adının “Kaybetmek” olduğunu gören insan “Burada bir aşk kaybından mı bahsediyor” diye düşünebilir. Evet, burada bir aşk kaybı da var, ama temel tema aşk kaybı üzerine kurulmamıştır. Hayatta verdiğimiz kararların sonucunda bir takım değerlerimizi kaybetme üzerine teması üzerine oluşmuştur. O kaybedilen şeyler arasında aşkta var tabi ki.

Editör: TE Bilisim