Türk aileleri birbirlerine göbekten bağlıdır. 

Öyle laf olsun diye değil, gerçekten göbek yani batın bölgesinden bağlıdır. Batın, dairesel biçimi ile karındır içe dönük olandır, özündür. Elbette beslenme için birbirine olan bağlılığı da kapsar. Bu sebeple Türk sofraları da batın bölgesi gibi yuvarlaktır. Başı, kenarı yoktur. 

Türk toplumunda sosyal dayanışma ve gelişim bilimi, sonar dalgaları gibi iç içe geçmiş halkalar şeklinde planlanmıştır. 

Küçük bir daire ile başlar, birbiri ardına büyüyen daireler ile devam eder. Bunlardan biri cemiyetlerdir. Cemiyetin küçük dairesi oymaklardır. 

Sosyal gelişme işte bu sistemli hiyerarşi ile başlar. Halkalar yavaş yavaş büyür. En küçük ve sosyal gelişim halkalarının başlangıcı ise ailedir. Dayanışmanın temeli ve başlangıcıdır. Bu sebeple aile kutsaldır. Ardından ocaklar gelir.

Bu içiçe geçen halelerde cinsiyet ayrımı asla olmaz. Nasıl olabilir ki? Erkek doğada güneş gibi enerjik, rüzgar gibi güçlü ve eserikli… Kadın doğada toprak gibi doyuran ve anaç, su gibi hayata bağlayan… İkisi de doğanın ta kendisi, ayrılmaz birer parçası… Doğa ayırmazken biz kim oluyoruz?.. Yine bu halelerde saygı çerçevesinde büyük, küçük ayrımı da olmaz. Hatta canlı cansız ayrımı bile olmaz. Sosyal denge son derece muazzam işler. Dünya’da her şey canlı kabul edilir. Ve canlı olan şeylere gereksiz acılar yaşatılmaz. Bu da israf olgusunu ortadan kaldırır.

Bu sebepledir ki Türkler, birini gösterirken tek ifade ile ‘o’ işaret sıfatını kullanır… Sadece ‘O’ ifadesi ile bile diğer dillerden, birçok milletten nasıl bir sosyal dayanışma farkı yaratıldığı görülebilir. 

Diğer dillerden örnekle; İngilizce de ‘She’, Arapçada ‘Hiye’, Fransızcada ‘Elle’ diyerek ‘O’ der. Ama kadın olarak ayırır… Aynı şekilde ‘He’, ‘Hu’, ‘Il’ diyerek ‘O’ der ama erkeği işaret eder… ‘It’ der, onun cansız olduğunu, doğada bir ruhani karşılığının olmadığını işaret eder. ‘Sen’ derken bile ayrıştıran diller var.

Bizim dilimiz ayrıştırmaz, bir tutar. Doğa da canlıdır. 

Sosyal gelişim için ayrışmanın doğru olmadığını, sağlıksız olduğunu öğrenmiştir, öğretmektedir. Ve bu durumu konuşma dili ile net olarak ifade eder.

Keza Dünya tarihinde ayrışma ile ne denli kötü durumda kalabileceğine dair çok fazla örnek vardır.

Mesela; Fransa Cezayir’i sömürge yapmasının ardından, siyaseten halkı din, dil, kültür, politik vb. sebeplerle düzenli olarak ayrıştırmıştır. Bu sayede halk birlik olup egemenlik, hürriyet, bağımsızlık adına, sömüren ülkeye ayak dirediğinde sırasıyla bu ayrıştırma piyonları ileri sürülmüştür. Böylece halk birbiri ile uğraşırken, sömürgeci kişisel iktidarını, amaçlarını koruyabilmiştir.

Aynı örnekleri Hindistan’da, İskoçya’da, Kuzey Amerika’da, irili ufaklı çok fazla adada İngiltere’nin uyguladığını tarihte görüyoruz. Halkları bölmüş ve böylece rahatlıkla sömürmüştür.  

Bu yöntem kişisel çıkarları koruma amacıyla sıklıkla kullanıldığı görülür. Ayrımcı zihniyetin dili, bu tutuma olabildiğince uygundur. 

Böylece yerleşik bilinçleri ayrıştırmayı garip bir durum olarak bile görmez. Hatta hak beller… 

Günlük konuşmalarında defalarca kadın, erkek, canlı, cansız diye ayırma ile geçen yaşamları, herhangi bir halkın kendi içinde ayrıştırılması gayretlerini tuhaf görmez. 

Diğer taraftan ise Türk milletinde görülür ki! Günlük konuşmalarına yerleşmiş, bir kalmayı güçlendiren dili ile bazı dönemler bocalasa da kısa sürede tekrar bir kalıp bütünleşebilmiştir.

Bunun en son örneğini yüz yıl kadar önce gördük!.. Sömürgeciler, emperyalist güç denilen ülkeler bizi zayıflatmak ve sömürgesi yapabilmek için 150 yıl uğraşıp, çok para harcadılar. Yüksek yüksek maliyetlere katlandılar. Ama diğer ülkelerde elde ettikleri başarıyı bulamadılar. En çok yapabildikleri 1918 ile 1922 arasında İstanbul’u işgal edebilmek oldu. Ancak ve ancak 4 yıl hüküm sürebildiler. Elbette bu kabul edemediğimiz 4 yıl bize çok şey kaybettirdi. Bizi diğer ülkeler nezdinde bir hayli geriye düşürdü. Canım İstanbul’da ananelerimiz, değerlerimiz, atalarımızdan yadigâr cami, medrese, çeşme gibi yapılarımız yıkıldı. Kutsalımız, yazmalarımız, kitabelerimiz yakıldı. 

Beş bin yıllık, kimi tarihçiye göre daha fazla Türk tarihimiz bizden kopartılmak istendi. Günün sonunda ise bu 4 yılda yaşananlar bizleri daha sıkı birleştirdi. Geçmişimiz ile bağımızı kopartmaya çalışanlar, topraklarımızdan bu birlik sayesinde kovulabildi. Ardından yine bu birlik sayesinde ilk on yıl içinde de büyük atılımda bulunduk.

Toplumları sadece kaleler, sınırlar, yasalar, yönetenler, komutanlar, ordular korumaz… İnce ince düşünülmüş, kurgulanmış dilinde koruduğunu, yaşayarak bir kez daha deneyimledik…

Türkçemiz sayesinde, zor günleri hızla aşabildik. Bizleri bin yıllarca koruyan Türkçe’yi inşa eden atalarımızdan ne güzel ne onurlu bir miras bu böyle…

Zaman zaman dilimize saldırılar maalesef oluyor. Hatta süslü kelimeler, kutsalımız, inancımız üzerinden yapılan garip eleştiriler, elbette iyi niyetli görülemez… Aynı şekilde dilimize eklenen garip eklentilerde iyi niyetli görülemez… 

Ayrılıklara zaman zaman malesef düşülüyor. Sadece siyasi değil, bir ara boy ayrılıkları bile gündem oldu. “Bozok musun?”, “Üçok musun?”, “Kayı mısın?”, “Kınık mısın?” diye boylar üzerinden ayrışmalar, özellikle diziler vesilesi ile girdi sohbetlere… Elbette tüm boyları kapsayan, hepsinin üzerinde olan Türklük ve ‘Türk’üm’ diyebilmek esas olandır. Her anlamda bir ve bütün kalmaktır…  

Bu coğrafyada, böyle bir dönemde birliğin herhangi bir vesile ile bozulması, dirlik içinde, diri, sağlam, güçlü kalabilmeye engeldir. 

Biz, istemedende olsa kendi içimizde geçici ayrışsak da bu köklü tarihimiz, özellikle dilimiz son kararı verir. Bizi harekete geçirir… Türkçe sayesinde, doğuştan itibaren belleğimize yerleştirilen, babamızdan, dedemizden DNA’larımıza yerleştirilen birlik duygumuz bozulamaz…

İşte bunları ve daha birçok şeyi anlatan, önemli olduğu kadar, genetik kodlarımıza da adeta kazınmış bu vecize, öyle birden bire çıkmamıştır. 

‘Ne Mutlu Türküm Diyene’…