İsfahan Şahının oğluydu Mirza. Gönlünü, hazinedarlık görevinde bulunan Keşişin kızı Aslı’ya kaptırmıştı. Vaziyeti öğrenen Keşiş, bir M

İsfahan Şahının oğluydu Mirza. Gönlünü, hazinedarlık görevinde bulunan Keşişin kızı Aslı’ya kaptırmıştı. Vaziyeti öğrenen Keşiş, bir Müslümana kız vermemek için şehirden kaçınca Mirza için de yollara düşmekten başka çare kalmamıştı.
Artık o, bir tahtın namzedi değil, aşkı uğruna her şeyi elinin tersiyle itmiş, kırık bir sazla yollara düşen bir Kerem’di. Kerem’di çünkü ‘kerem’ beklediği ne babası ne mensup olduğu krallık ne de sahip olduğu gücüydü. O bir tek Aslı’dan kerem bekliyor ve bunun için de en aşılmaz dağları aşıyor, kandan irinden deryalar geçiyordu.
Günler birbirini takip ededursun, aşkın katana kılıçları gibi keskin basamaklarını sabırla tırmanıyordu Kerem. Sadık arkadaşı Sofu ile Anadolu’yu baştanbaşa gezerken ıstırabını sazının tellerinden çıkarıyor, derdini bazen dilsiz dağlara bazen de günahsız hayvanlara açıyordu. Sofuya göre, Kerem aşk ateşinde pişe pişe kemale erip keramet ehli hatta bir veli olmuştu. Eğer el açıp Aslı’ya kavuşmak için yalvarsa Mevla’sı duasını kabul edecekti.
Belki bu yönde bir duası yoktu Kerem’in ancak her yerde Aslı(sı)nı arıyordu. Ona bazen Kayseri’nin ücra bir köyünde bazen de Erzincan’ın güzel bağlarında rastlıyordu. Aslı ona ümit vermiyor, her karşılaşmalarında ayrı dünyaların insanları olduklarını söylüyordu. Kerem bu söylediklerine itiraz edince de aşağı yukarı şu şekilde karşılık veriyordu:
“Diyelim ki dinlerimiz bizi farklı dünyaların insanı yapmıyor lakin insanlar aynı zaman diliminde, aynı coğrafyada, aynı mahallede hatta aynı evde bile farklı dünyaların insanları olmuyorlar mı? Kabul et veya etme; şehirlerimizdeki aristokratlarla sıradan halk aynı mıdır? Tarih boyunca acımasızca uygulanan ve insanları birbirinden ayıran kasta benzer sistemlerin bittiğini kim söyleyebilir? Evlerimizde çalışan kölelerimiz yok mudur hala?..”
Aslı’dan her ayrılışında kendisini Atacama Çölü’ne benzetirdi Kerem. Bu öyle bir çölmüş ki neredeyse bir yüzyıl yağmura hasret beklermiş. Dile kolay tam bir asır boyunca bir sevgiliyi bekler gibi bekler ve fakat bütün bu bekleyişlerin sonunda birkaç damla yağmur ya yağar ya da yağmazmış. Derken yağmur yani sevgili, en iyi yaptığı işi yaparak çekip gider, çöle de çıldırtıcı bir bekleyiş düşermiş. Bir gün arkadaşı Sofu’ya: “Ben o çölden bile daha bahtsızım.” demişti Kerem.
Keşiş, Kerem’den kurtulabilmek için son olarak yönünü Halep’e döner. Âşıkların hikâyesini öğrenen Halep Paşası, Keşiş’i zorla da olsa ikna eder ve Kerem’i sarayına çağırır. Yıllarca birbirlerine hasret kalan ikilinin nikâhları kıyılır nihayet.
Anlatıldığına göre, Keşiş henüz pes etmemiştir. Düğün gecesi kızına sihirli bir gömlek giydirir. Kerem ne kadar uğraşırsa uğraşsın bu gömleği açamaz ve yüreğinden kopup gelen bir ateşle yanıp kül olur. Aslı mı? O da Kerem’in külleri dağılmasın diye uğraşırken saçlarına sıçrayan bir kıvılcımla yanar ve iki âşık, külleriyle bile olsa kavuşmuş olurlar.
Hikâyenin sonu gerçekten böyle midir acaba? Eğer böyleyse çağları aşıp gelen bu büyük aşk, sıradan bir aşka hatta tensel bir hazza indirgenmiş olmaz mı?
Kerem’i o güne kadar dilden dile, ilden ile dolaştıran şey, her daim yüreğinde taşıdığı koca aşkı olmuştu. Âşıkların gıdası yüreklerindeki aşk ise aşkın gıdası da biraz ayrılık biraz da özlem değil midir?
Kim bilir belki de o gece olan tam da şu idi; Yıllarca Aslı’sını arayan Kerem, kavuşup aşkını tüketmektense yanıp aslına ermeyi tercih etti…