“Ummadığımız bir anda, ummadığımız bir durum bizi alıp yıllar öncesine götürüp varlığını bile unuttuğumuz olayları, zihnimizin karanlık dehlizlerinden birdenbire gün ışığına çıkarıveriyor.” diyor, Gabriel Garcia Marquez Yüzyıllık Yalnızlık’ta. 

Bu cümleyi belleğimde gezdirerek ve kelimelerin yerini değiştirmece oynayarak pencereden dışarıya bakıyordum. 

Karşıdan karşıya geçen kediyi acaba benden başka gören olmuş muydu? Yayalara yol vermeyen adam neden keyiflice oturmuştu şoför koltuğunda? Oradan oraya uçuşan poşetlerden, sekerek yer değiştiren pet şişelerden benden başka rahatsız olan var mıydı?

Bir polis arabası geldi, Adliye Sarayı’nın önünde durdu, arabanın içinden ters kelepçeli bir adamı indirdiler. Adam sağ ayağını kaldırıma bastıktan sonra kendisini bekleyen hanımıyla çocuğuna baktı.  

Ters kelepçeyle alçak tavanlı bir arabadan inmenin, seni bekleyen yakınlarına gülümsemek zorunda kalmanın ve biraz sonra ifadede soğuk soğuk terleyecek olmanın nasıl bir şey olduğunu tasavvur etmeye çalıştım. 

Bu somutlaştırma çabası, birden beni alıp zihnimin karanlık dehlizlerine götürdü fakat bir taraftan tozları, uçuşan zerreleri gösteren gün ışığı vurdu ve bu ışık huzmesinin içinde Veli ağabeyim vardı. 

Oysa bu olayı unutmuştum, üstelik unuttuğumu da anımsamıyordum. Oysa yıllarca muhayyilemin içinde sarihçe gezip dolaşmış, arada kendini hatırlatarak beni üşütmüştü. 

İlk gençlik yıllarımda, Aydın Atça’da, parkın arkasındaki kahvede oturuyorduk. Bir cuma günü öğleden sonrasıydı. Sonbahardı, erken inen akşamların eli kulağındaydı. 

Kuzenlerim aralarında şakalaşarak okey oynuyorlardı, ben aklım bir karış havada onlara bakıyordum. Aynı zamanda uzakları hayal ediyordum, muhitimden sıkılıyordum ama sıkıldığımı, büyük burunlu damgası yememek için kimseye söylemiyordum. 

Boğuk bot sesleri duyuldu, masalar gıcırdadı, bir hareketlenme oldu. Kahvehaneye bastıkları yeri ezerek jandarmalar girdi ve kimlik kontrolü yapmaya başladılar. 

O yıllarda, 18 yaşından küçükler kahvelere alınmıyorlardı; bu kural sıkı sıkıya uygulanıyordu. 

Üstelik birkaç yıl önce, Nazilli Kız Meslek Lisesi’nin yanında, bir polisten, hem de haksız yere okkalı bir tokat yemiştim, bu bende kötü bir anı, küflü bir iz bırakmıştı.

Jandarma komutanı üzerinde kimlik çıkmayanları paylıyor ve 18 yaşından küçük olanlara da kızarak, aşırıya kaçmayan küfürler ederek bir kenara ayırıyordu. 

Kahvenin kapı girişinde, ilk arananların arasında amcamın damadı Veli ağabeyim de vardı.

Ben biraz sonra yiyeceğim azarı, hatta kuzenlerimin önünde tahkir edilmeyi sıkıntıyla beklerken ve olayları anlayıp dinlemeden bağırma huyu olan babama ne diyeceğimi düşünmeye çalışırken Yeşilçam emekçisi Hikmet Taşdemir’e benzeyen Veli Aydın’ın dikkatle suratıma baktığını gördüm. 

İlk önce anlamadım ama sonra onun kaş göz işaretleriyle bana mucizevî bir komut vereceğini hissettim. 

Jandarmalar bizim tarafa göre kolonun arka kısmına geçince Veli ağabeyim bana eliyle hızlıca işaret etti. Ben de verilen buyruğu sessizce yerine getirdim ve onun koltuğunun altına mıhlandım. 

Böylelikle jandarmalar beni aradıklarını zannettiler, kahveciye bir kısım emir/talimat verdikten sonra, başları önde birkaç kişiyi yanlarına aldılar, kahveden çıkıp gittiler.  

O gün orada, herkes kendi derdine düşmüşken ve put gibi ayakta beklerken Veli ağabeyimin beni düşünmesi, üzerimde kimlik olmadığını hissetmesi, sonra da böyle bir eyleme cesaret edebilmesi hâlâ beni ürpertir. 

Böyle kahramanların çok azaldığı, gelecek zamanlarda da kalmayacağı kanaatine varırım sonra. 

Veli ağabeyimin buna benzer iyiliklerini, insanın bir müşkülatı olduğunda koşup gelmesini, Al Yazmalım adlı Ford minibüsüyle bizi gezdirmesini ve yine ilk gençliğimde elleriyle kızartıp bize tavuklar, balıklar yedirmesini hiç unutmadım. 

“Veli Aydın gibi kriz anlarını yönetebilme ve yakınlarının dertleriyle dertlenebilme becerisine sahip güzel adamları sevin, sayın ve onlara iyi davranın!” diye mırıldandım, hüzünle kıpırdayıp ayaklarımdaki yükü azalttım. 

Cemal Süreya’nın “Ve neden kimse pencereden bakmıyor?” dizesine nazire yapar gibi camdan dışarıya bakıyordum. 

Adliye’nin önüne yanaşan polis arabasının içinden hüzünlü bir adam indi. Nazarında kahraman olduğu kızıyla adam, göz göze geldiler. Kız babasına sarılmak istedi ama baba izin vermezler diye çekindi. Polisler görmezden geldiler. 

Alacalı bir kedi karşıdan karşıya geçiyordu. Yayalara yol vermediği için mutlu olan bir herif pahalı arabasının koltuğuna yayılmıştı. Poşetler istikametsizce oradan oraya uçuşuyordu, sekerek yer değiştiren pet şişeler boşluk duygusunu andıran sesler çıkarıyorlardı. 

Hayat geçmişle birlikte vardı. Eski günler ile içinde olduğumuz zaman dilimi birbirine karışıyordu. 

Gabriel Garcia Marquez 17 Nisan 2014’de hayatını kaybetmişti. Gabriel Garcia Marquez’den dört yaş küçük Cemal Süreya öleli ise neredeyse otuz yıl olmuştu. 

Veli ağabeyim Aydın’da hayatını devam ettiriyordu. 

Fatih ALTINBEYAZ