“Santiago Nasar, onu öldürecekleri gün, piskoposun geleceği gemiyi karşılamak için sabah saat 5.30’da kalkmıştı. Rüyasında kendini koca koca inc

“Santiago Nasar, onu öldürecekleri gün, piskoposun geleceği gemiyi karşılamak için sabah saat 5.30’da kalkmıştı. Rüyasında kendini koca koca incir ağaçlarından bir ormanın içinden geçerken görmüştü, incecik bir yağmur çiseliyordu, bir an için mutluluk duymuş, ama uyandığında üstü başı kuş pislikleri içindeymiş duygusuna kapılmıştı.”

Gabriel García Márquez’in ‘Kırmızı Pazartesi’ isimli, ‘İşleneceğini Herkesin Bildiği Bir Cinayetin Öyküsü’ bu cümlelerle başlıyordu ve “Beni öldürdüler, Wene Hala!” diyerek son buluyordu.

Kahramanlığa soyunup saçma sapan işlere sapmadan önce, çok kitabını okuduğum, şimdi de eski bir alışkanlıkla ara sıra yazılarını karıştırdığım büyük bir yazarın; “Çocukluğumdan bu yana okuduğum binlerce, milyonlarca cümle arasından ‘Hangisini sen yazmış olmak isterdin’ diye bana sorsalar, ben bu kısa cümleyi seçerdim,” diye söyleyeceği dört kelime bu…

Kendi ölümünü haber veren bir adamın haykırışı… Santiago Nasar, dışarıya sarkmış bağırsaklarına bulaşan toprakları itinayla temizledikten sonra Wene Hala’sına böyle sesleniyordu.
***
Bir sahil kasabasında şaşaalı bir düğün yapılmıştı ve Angela Vicario, Bayardo San Román tarafından, kız çıkmadığı için, annesinin evine geri gönderilmişti.

Angela Vicario, annesi Pura Vicario tarafından ‘şefkatle’ dövülmüş ve yüzü göz morartılmıştı. Ala şafakla birlikte, ikiz erkek kardeşler uyandırıldı, durum onlara bildirildi. Ardından sorgu başladı.

Angela Vicario, birisi’ni korumak için, aklına ilk gelen popüler ismi verivermişti gözleri dönmüş ağabeylerine. Onu ‘Santiago Nasar’ iğfal etmişti. Kimse işin iç yüzünü, aslını astarını merak etmemişti.

Santiogo Nasar, kendisini suçlayan kıza dönüp bakmamıştı hiçbir zaman; onu bir ‘kız kurusu, aptal’ olarak görüyordu. Angela Vicario ciddiye alınmamanın, görmezden gelinmenin acısını çıkartıyor, hatta kanlı bir şekilde alıyordu öcünü... Nasar, kendisinin olmayacaksa onu kimseye yar etmeyecekti.
***
İki kardeş namuslarını temizlemek için adamı bekliyorlardı düğünün ertesi günü kasabada açık olan tek mekânda. Küflü bıçaklarını ikinci kez bilemişler, planlarını yüksek sesle açık etmişlerdi.

Ama bu işi biraz gösterişe çevirmişlerdi, sanki - bir hayvan keserken bile gözlerinin içine bakamayan, daha önceden bildikleri sağmal bir ineğin boğazına bıçak çalamayan ve besledikleri domuzlara çiçek isimleri veren - merhametli ikizler, kendilerine birilerinin engel olmasını ister gibiydiler.

Clotilde Armenta ve Nahir Miguel dışındaki kimse bir şey yapmıyordu. Herkes Santiago Nasar’ın öldürüleceğini biliyordu ve onun suçlu olup olmadığını düşünmeden, zerre kadar sorup sorgulamadan, kimisi umursamadığından, kimisi de içten içe, bu annesi ve hizmetçileriyle mutlulukla yaşayan, güzel şarkı söyleyen, yakışıklı ve çapkın adamın felaketini istediğinden sesini çıkarmıyordu.

Tam burada kıskançlık devreye gidiyordu. Mutlu bir ömür süren insanların hayatlarını kıskanıp, başlarına kötü bir şey gelmesini istememiz hepimizin malumu ve insan ırkının aydınlanmayan patolojik bir tarafı… Üstelik insanlık tarihindeki ilk cinayet de kıskançlık ve hasetlik yüzünden işlenmemiş miydi?

O sabah, biraz hizmetçilerle lafladıktan sonra, küçük hizmetçi kızın orasına dokunayım derken Nasar, kapının altından atılan, kendisinin öldürüleceğini "ihbar" eden mektubu görmemişti. Ergenlikten yeni çıkmış hizmetli de fark etmemişti bunu. Mektup ancak cinayetten sonra ele geçmişti.

İki hizmetçi işlenecek cinayeti süt dilencisinden duymuştu. Anne hizmetçi Victoria Guzmán gençliğinde Nasar’ın babası İbrahim tarafından iğfal edildiği için, bir çeşit öç alma duygusuyla Santiago Nasar’ın öldürülmesini istiyordu. Zaten ne zamandır kızına sarkmaya da başlamıştı bu adam…

Arada orası burası sıkılan yeni yetme Divina Flor ise duyduklarının gerçek olacağına ihtimal vermemişti. Temmuz öğleden sonraları gibi, zaman ağır ilerliyordu ve güneş takılı kalmıştı gökyüzüne.

Kasaba’da kıyımı engellemek isteyen bir kişi çıksaydı, neler oluyor deseydi, arayı bulmaya çalışsaydı (Belediye Başkanı Albay Lazaro Aponte ve Peder Amador işi ciddiye alsaydı) cinayet önlenebilecekti. Ama kimse başını içine çekmekten, heyecanla beklemekten başka bir şey yapmadı.

Santiago Nasar için darağacı kurulmuştu. Sırf birileri onun suçlu olduğuna inandığından ve işin iç yüzünü merak etmediğinden, kendisini bekleyen sona doğru yürüyordu. Onun gibi kurbanlar az gelişmiş dünyanın birçok ülkesinde yaşamıştı ve hayatını bir hiç yüzünden yitirmişlerdi.

Toplum bunu yapardı, Emma Bovary misali kimi alık kadınları pohpohlar, güzellik budalası yaparlar ve onların kocalarını aldatmalarına neden olup sonra da ‘iffetsiz’ diye böylelerinin lafını ederlerdi, Santiago Nasar’ın kaderine müdahale etmemeleri gibi karşıya geçip seyre bakarlardı, sonra.

Cinayetin işleneceği sabah, kasabaya gemiyle bir piskopos gelecekti. Santiago Nasar da heyecanla o piskoposu karşılamaya gitti. Ama piskopos o kadar beklentiye, yapılan hazırlığa karşılık vermeden gururla bir el selamı verip gitti. Santiago Nasar’ı - o da - kaderiyle baş başa bıraktı.

Üstelik öfkelilerin beklediği sahildeki dükkânın önünden geçti Santiago Nasar. Dükkânın sahibi Clotilde Armenta’nın yönlendirmesiyle Belediye Başkanı Albay Lazaro Aponte, ikizlerin elindeki bıçakları almıştı. Uyanık olsa, kardeşleri gözetim altına alsa cinayeti tamamen engelleyebilecekti.

Ama ilginçti, bütün kasaba, lakaytça tavırlarla bir adamın öldürülmesi gerektiğine iman etmişti, zavallı Santiago Nasar aksilikler silsilesinde, annesi Placida Linero’nun bilmeden kapıyı - yüzüne birkaç saniyeyle - kapatması yüzünden hunharca bıçaklandı.

Hatta kendi sonunu bile haber verdi.

“Beni öldürdüler, Wene Hala!”