Toplumumuzu araştıran, anlamaya çalışan ya da merak eden biri muhakkak hikâye ile ilgilenmelidir. Çünkü hikâye bizim insanımızın her yaşta zihnini

Toplumumuzu araştıran, anlamaya çalışan ya da merak eden biri muhakkak hikâye ile ilgilenmelidir. Çünkü hikâye bizim insanımızın her yaşta zihnini yormuş, meşgul etmiş bir kavramdır. Hayallerine, niyetlerine, amellerine ve de şuuruna tesir edebilen ender anahtarlardan biri budur. Daha çocukken insanımızın kulağına söylenen “masallarla” başlayan bu yolculuk ömrünün sonlarına kadar onu yalnız bırakmaz, bir yol arkadaşı olarak hep devam eder. İlerleyen yaşlarda bu durum değişmez. Bazen bir “kıssa” ile ömrünün bir yerinde hayatın önemli bir şifresi çözülüverir. Ya da anlatılan küçücük bir “fasıl” gözdeki tüm perdeyi kaldırmış ve tüm gerçeği apaydınlık olarak ortaya çıkmış olabilir. Tekrarlamada fayda görüyorum. İnsanımızı ve toplumumuzu anlamaya çalışan biri hikaye kavramının farkına varmalı ve onu iyi anlamalıdır.
İnsanın, zihnini yoran formüllerden, anlamada zorluk çektiği soyut konulardan pek hazzetmediği bir gerçektir. Hele hele bunu başkasına aktarmak gerektiğinde işin içinden çıkılmaz olmuyor mu? Oysa bilgi aktarıldığında bir işe yarar. İnsanı insan yapan en önemli özelliklerinden biri “yeni nesillere bilgi aktarımı” değil midir? Bu gerçeğin farkında olan zeki kişiler, büyük eğitimciler ve mahir hatipler, politikacılar çözümü bulmada gecikmemişler, hikâye yolunu keşfetmişler.
Nitekim hikâye kılıfına sokularak anlatılan her mevzu avamın zihnine kolayca girivermiş, halk yeri gelmiş bu küçük hikâyelerle ikna edilmiştir. Küçük dimağlar en zor derslerde yetenekli eğitimcilerin hikâyelerini şeker gibi dillerinde yalarken, içindeki acı ilaçlar misali zihinleri bilgileri kavrayıvermiştir.
Bahsini ettiğimiz bu yol ve yöntemi kadim milletler başta olmak zere her millet kullanmış. Kökleri derinlere uzanan mensubu olduğumuz milletimiz için de bu durum aynen geçerlidir. Hatta bence diğer milletlerden fazla olarak daha belirgin şekilde kendini göstermiştir.
İlk Türk devletlerine bakalım. Henüz yazı bulunmamış, alfabe ortaya çıkmamışken dolayısıyla Türk tarihinin devasa eseri “Orhun yazıtları” henüz yokken dilden dile destanlar anlatılırmış. Bir kuşaktan diğerine mesajlar “Oğuz Kağanlar’la, Ergenekonlar’la” ulaşmış. Atalarının yaşamları, bağımsızlık uğruna neler çektiğini ancak bu olağanüstü edebi eserlerle ulaştırabilmişler.
Sadece bu efsaneler mi? Destanların yazıcısı bilinmiyor malum! Fakat o yıllarda bizzat elindeki kopuzuyla asırlar sonrasına seslenen birini görüyoruz: Dede Korkut. Boğaç Han’ın bin yıl önce vurduğu yumruğunun şiddetini her okuduğumuzda hissetmiyor muyuz? Deli Dumrul’un kurduğu köprünün başında Azrail’e narasının sesini hala duymuyor muyuz?
Zaman hikâyelerle akmaya insanımızla birlikte yol almaya devam ediyor ve Türkler İslamiyet’le şerefleniyor. Şimdi ellerinde Allah’ın sözlerini tutuyorlar. Büyük mucize Kuran-ı Kerim’e bakıyorlar. Allah kullarına zamanlar ötesinden, “kıssalardan” bahsediyor. “Seni tüm canlılardan farklı ve üstün kıldım, sana onlardan farklı olarak akıl verdim” diyor. “Madem akıllısın o zaman peygamberim İbrahim(AS) gibi beni arayıp bul” diyor. “Ben seni bu muazzam bir düzene sahip dünyaya boşu boşuna göndermedim. İmtihandasın sakın unutma” diye tembih edip Yunus(AS) ve Eyüp(AS) gibi peygamberleri örnek gösteriyor. Bir başka deyişle geçmişte yaşanmış hayatlar, kıssalar yeni hayatlara can veren sihirli nefesler oluyor…
Kıssa anlatma yöntemi çok mühim. Yukarıda da dediğimiz gibi birçok problemi aşmak için etkili bir yöntem. Fakat dikkat etmek lazım! Bu nimet her an bir nikmete dönüşme potansiyeline sahip. Nedeni şu! Muhatap kıssayı gerçek anladığı an bu muhteşem yöntem insan düşüncesini darmadağın eden bir silaha dönüşüvermeye açıktır. Hisse almayı akıl edemeyip kıssayı olduğu gibi kabul eden insanın hayata ve insana bakışını bir tasavvur edin lütfen. Nasıl sıkıntılı hallere yol açacağını tahmin etmek zor değil, değil mi?
Tarihe meraklı okuyucu iyi bilir. Oryantalistler bizim tarihi kaynaklarımıza genelde burun kıvırırlar. Buna sebep olarak da objektif bilginin noksanlığından bahsederler. Kısmen hak vermek gerekir. Çünkü şark insanı hadiseleri hikâyemsi anlatmayı sever. Bu durum tarihçilerimiz için de geçerlidir. Örneğin Osmanlı’nın kuruluşu için kaynaklara baktığınızda efsanelerden, menkıbelerden geçilmez. Açın Aşıkpaşaoğlu tarihine bir bakın. Bir hadisenin nasıl olduğunu anlamak için kafa patlatmak gerekir. Dolayısıyla tarih biliminin kuralı yer, kişi ve zaman; sebep-sonuç denkleminde tam olarak anlatılamaz. Bu yüzden batılılar tarihi kaynaklarımızı tam sağlam veri kabul etmez. Uzun yıllar Hammer gibi farklı bir kültürün tarihçilerine bağımlılığımız da bu yüzden değil midir?
Bereket versin Osmanlının son yıllarından itibaren daha nesnel bilgilerle, daha sebep sonuç ilişkisiyle anlatılan hadiseler yazılmaya başladı. Elbette bu da daha gerçekçi sonuçlar çıkarabileceğimiz bilimsel veriler doğurdu. Bu güzel bir gelişme şüphesiz! Zira kıssa kıssalıkta kalmalı. Hayata ve gerçeklerle birebir örtüşmeyeceği iyi bilinmeli. O hikâye, kıssa olarak kaldığında ve hisse alıp ders çıkartıldığında güzel. Önemine binaen tekrar edelim ki gerçek hayata uygulamaya kalkıldığında tam bir garabet ve cehalet olmaktan öteye gitmez.
Bu günlerde de aynen yukarda saydığımız garabet ve cehalet örneklerini yaşamaktayız. Özellikle dini kavramlar kıssa yoluyla anlatılmak istenmekte ve burada bahsettiğimiz yanlışa düşülmektedir. Bu durum bu ülkeyi ve milleti seven herkesi üzdüğü gibi bizi de üzmektedir. İnsanımız, en azında bir kısmı kıssa ile hissenin farkını bilmediğinden, fasıl ile asılı birbirine karıştırmaktadır.
Burada konunun önemine binaen müsaadenizle biraz durup meseleyi daha da açalım. Sağlam bir toplumun hayatı, eşyayı tam anlamlandırabilen, gerçekçi bireylerden teşekkül edeceğinde zannedersem hepimiz hemfikiriz. Dolayısıyla hayatın tam merkezinde olan dini, kafamızda anlamlandırırken gerçekçi olmalıyız. Zira insan fıtratına uygun olan inanma ancak böyle sağlam şekilde yükselebilir. Günümüzde peki vaziyet böyle mi?
Televizyonlarda kıssa anlatan programlarına şahit olmuşsunuzdur. Nelerden bahsediyorlar hiç dikkat etiniz mi? Hisse alınması gereken kıssaların gerçekmiş gibi algılanması sizi de ürkütmüyor mu? Nereden mi çıkardım bunu? Allah aşkına sorulan soru ve verilen misallere biraz dikkatle bakın. O kadar enteresan mevzular anlatılmaktadır ki şaşırmamak elde değil. İnsanın kanatlarının çıkabileceğini düşünüp soru sorulmasından tutunda, kafasını koltuğunda taşıyan menkıbe kahramanlarına yorum yapana kadar nelere şahit olacaksınız. Hani hiayeden ders alınacaktı. Öyleyse ortaya çıkan bu cümlelere ne demeli? Peki bilerek ya da bilmeyerek avamı inandıran kişilere ne buyrulur? İstanbul’un fethinde Ayasofya’ya doluşan Bizanslıları hatırlatan tablo yeterince acı değil mi?
Buradaki acı veren bir diğer noktayı fark etmiş olmalısınız. Her şeyin sahibi Allah, her şeyi sebepler dairesinde, mantıklı kurallar içerisinde yaratırken; halkı geçtik koskoca diplomalı, isminin önünde büyük sıfat sahibi insanların olayları mantık kurallarının dışına taşıyarak, gayr-ı ciddi ve gayr-ı gerçek anlatıyor olması ne kadar acı ve elem verici… Cahillik mi? Bilemiyorum. Belki de birilerinin menfaatine gelen budur. Bunu da bilemiyorum.
Sonuç olarak şöyle toparlayalım. Ekseri halkımız bilimsel düşünceden bihaberdir. Beyinler özgür şekilde çalışmamakta dolayısıyla ülkemizde hayatlar zorlaşmaktadır. Din adına konuşan ehliyetsiz ve yetersiz bir kısım din adamları maalesef halka, anlattıkları menkıbe ve kıssalar yoluyla kötülük etmektedir. Ortaçağda Avrupa’da kilisenin yaptığı yanlışların benzeri hatalar toplumumuzda da göze çarpmaktadır. Oysa Hıristiyan diniyle İslam dini arasında koskoca fark aklın ve bilimin önemidir. Bu düzenden nemalan kişilerin varlığı muhakkak gerçektir. Bu kişiler en büyük kötülüğü İslam’a değil çünkü İslamiyet bu kişiler tarafından lekelenmeyecek kadar paktır, Müslüman halka vermektedir. En önemlisi de kıssa toplumundan hayır çıkmayacağıdır. Ne diyor efendimiz(SAS): Aklı doğru olmayanın dini de doğru olmaz.