Ohri / Ohrid Yugoslavya / Makedonya’nın Arnavutluk sınırı yakınında Ohri gölünün kuzeydoğu kıyısında bir şehir / bir kent. Murat I döneminde Rumeli seferine çıkan Sadrazam Çandarlı Hayrettin Paşa tarafından fethedilerek (1385) Osmanlı topraklarına katılmış. Manastır eyaletine bağlı bir sancak merkezi olmuş. Londra Barış Antlaşması (1913) ile Sırbistan’a bırakılmıştır.

     Üniversite sıralarındayken, İstanbul Kazlıçeşme semtinde, bir vesile ile Arnavut asıllı Yusuf Kurtiş adlı bir saat  tamircisiyle tanışmıştım. Yol ağzında elektriksiz bir kulübede tamircilikle uğraşıyor. Ancak gün ışığında çalışabiliyordu. Her fırsatta yanına gider, ilminden yararlanmak isterdim. Çünkü Ohri Medresesi mezunu, âlim biriydi. Ülkesine komünizm gelince hayatları altüst olmuş. Kendisi bir cami imamıyken hapse atılmıştı! Sonrasında her şeylerini arkada bırakarak; müslüman bir ülke olduğu için ailesiyle, Türkiye’ye göç etmiş. Kıt kanaat geçinip gidiyordu.

     Bir ara saat tamirciliğini nasıl öğrendiğini sormuştum:

     “Oğlum demişti, Ohri Medresesi’nde okurken, aslen Van’lı olan hocamız, ders verirken hep şunu da öğütlerdi bize: ‘Çocuklar derdi, ilminizi geçiminize asla vasıta etmeyiniz. Para pul için ilminizi âlet etmeyiniz. Neyle geçineceğiz hocam diyeceksiniz haklı olarak: Hepiniz şimdiden kendinize  göre bir meslek seçip öğreniniz. Geçiminizi bu şekilde, el emeğinizle sağlayın.’ İşte oğlum, ben de medrese talebeliğim sırasında, çok sevdiğim hocamın tavsiyesi üzerine, saat tamirciliğine merak sardım ve yeteri kadar öğrendim.”

     Hocamdan bir hatıra daha:

     Bir gün medresemize bir Arap Âlim misafir olmuştu. Her fırsatta yanına  gidiyor, Arapçamı ilerletmeye çalışıyordum. Bir defasında görüşmem, vakit namazına denk düşmüştü. Arap Âlim’in namaz kılmadığını fark ettim. Namaz vaktini, namaz kılmadan geçirdiğini görünce, sormadan edemedim:

     “Hocam namaz kılmadınız?”

     “Kılmadım, çünkü ben Hristiyan Arabım.” deyince:

     “Peki ama üstadım, dedim. Siz büyük bir âlimsiniz. İslâmı her yönüyle biliyorsunuz. İslâmiyeti çok iyi bilmenize rağmen muharref / tahrif edilmiş / bozulmuş ve geçersiz bir din olan Hristiyanlıkta nasıl kalabildiniz? En son din olan İslâm dinine geçmeniz gerekmez miydi?”

     Ârap Âlim; İslama gelmemesine mazeret teşkil etmeyecek, fakat müslümanları da çok derinden düşündürmesi gereken şu cevabı verdi:

     “Oğlum dedi, ben senin gibi hâlis, muhlis / ihlaslı / samimi / içten bir müslüman olamam. Ama diğer sözde müslümanlar gibi de olmak istemem.”

     Halbuki İslâm başka müslüman başka. Müslümana bakarak değil, İslâma bakarak, Kur’anı inceliyerek, Hz. Muhammed’i tanıyarak İslama gelinir, İslâm olunur.  

     Zaten müslümanlar; kalen / sözle değil, fiilen / eylemsel bir şekilde müslüman olsalar, çokların İslâma girmeleri kaçınılmaz olurdu.

     Yine hocamın başka bir hatırası:

     Medrese’ye bir müsteşrik / şarkıyatçı / şark / doğu ilimleri, yani Müslümanlar ve İslâmiyet üstüne araştırma yapan bir âlim / bilgin gelmişti. İngilizcemi geliştirmek için, onun da etrafında dönüp dolaşıyor ve konuşma imkânı arıyordum. Şöyle böyle onunla İslâmiyet hakkında konuşmaya çalışırken, Kur’an’dan hep Hz. Muhammed’in kelâmı / sözü, eseri diye bahsettiğini görünce, yine dayanamadım ve sordum:

     “Hz. Muhammed yalan söyler miydi? ‘Hayır.’ dedi. Emin bir kişi miydi? ‘Evet.’ dedi. Kur’an mı daha edebî, yoksa Hadis mi? ‘Elbette Kur’an edebî yönden Hadisten çok üstün.’ dedi. Yalan söylemediğini söylediğin Hz. Muhammed; edebî yönü Kur’an’dan aşağı olan Hadis için ‘Benim.’  Ama ondan çok üstün olan Kur’an için ‘Allahın’ diyor. Bu cevabım müsteşriki çok şaşırttı. ‘Allah Allah ben hiç böyle düşünmemiştim. Bundan böyle Kur!an’a bir daha Hz. Muhammed’in sözüdür demeyeceğim.’ dedi.

     “Hakikaten ondan sonra müsteşrikten ‘Kuran Hz. Muhammed’in sözüdür!’ cümlesini duymadım.”