Güçlükle çıkabildiği dolabın üzerinde sessizce beklerken solukları muharebe meydanlarındaki atlar gibi sıklaşmıştı. Başı dönüyor, gözleri ka

Güçlükle çıkabildiği dolabın üzerinde sessizce beklerken solukları muharebe meydanlarındaki atlar gibi sıklaşmıştı. Başı dönüyor, gözleri kararıyordu. Şuuru yerindeydi ancak sanki tatlı bir düşe dalmış gibiydi. Belki de o düşü kendisi kurmuş ve o an için o düşe sığınmıştı.
Çocukluğunu düşünürken neredeyse unuttuğu adını hatırladı Anastasia. Uçsuz bucaksız yeşillikler içerisindeki evlerini, mutlu ailesini, güleç komşularını... Sonra babasının vakitsiz ölümünü ve yetim kalışını. Ve tabi Bosna’dan alınıp payitahta getirilişini…
Saraydaki en güzel kızlardan biriydi. Henüz 14 yaşındaki Sultan Ahmet’in hemencecik dikkatini çekmiş ve önde gelen hasekisi olmuştu. Bir kölenin ulaşabileceği en yüksek noktaya ulaşmıştı. Yeni adı Mâhpeyker iken bir de ‘Kösem’ eklenmişti. Kusursuz yüzünden dolayı almıştı bu lakabı. Sevmişti de.
Artık bir hükümdar eşiydi. Osmanlı Devleti’nin ekber-erşed sistemine geçmesine ve böylece şehzadelerin öldürülmesinin engellenmesine etki edenlerden biri de oydu. Çünkü her şeyden önce bir anaydı ve çocuklarını korumak istiyordu. Gerçi yine de oğlu Kasım’ın öldürülmesini engelleyemeyecek İbrahim’i ise zavallı göstermek suretiyle ancak kurtarabilecekti.
Kurduğu düşüne devam etmek istese de koridordan gelen ayak sesleri dikkatini dağıtıyordu. Yine de kendisini zorluyor ve o şatafatlı günlerine gitmek istiyordu. IV. Murat’ın çocuk yaşta tahta geçmesi ile koca devletin ipleri sadece ve sadece kendi elindeydi. Koca imparatorluğu bir kadın yönetiyordu artık.
Öyle çok geliri vardı ki saymakla bitirilemezdi. Fakat mal mülk biriktirmek gibi bir derdi yoktu. Hiç olmadığı kadar eli açıktı. Hapishanelere gider, borçluların borcunu ödeyerek onları kurtarır, fakirleri gözetirdi. Hizmetindeki kızları ihmal etmez, vakti gelenlerin çeyizini düzerek uygun biriyle evlendirirdi. Hacıların uzun yolculuklarında susuz kalmamaları için kuyular açtırır, fakirlere yardım eder, birçok yere vakıflar kurardı.
Bunları düşündükçe gülümsese de çok geçmeden yüzünü buruşturdu. Keşke dedi, keşke iktidar mücadelesinin bu kadar çok içinde olmasaydım. Hep azla yetinebilseydim lakin yapamadım. Torunum Mehmet tahta çıkarken, oğlum İbrahim’in boğdurulmasını engelleyebilirdim belki de. Ve tabi Mehmet’in annesi Turhan Sultan varken eski saraya gidip kendi halimde yaşayabilirdim. Bunları yapmak yerine hep birinci sırada olmak istedim.
Yeniden düşlerine dalsa da artık düşleri bulanıklaşmış hatta kirlenmişti. Devlet işlerine müdahale ettikçe Padişah annesi Turhan da müdahalelere başlamış ve iki ihtiraslı kadın karşı karşıya gelmişti. Yeniçeri ağaları ile birlik olup torununu tahtan indirmeye karar verdiği günü hatırladı. Turhan öldürülecek, icap ederse Mehmet’e de zehirli şerbet içirilecekti. İyi de böyle bir canavarlığı nasıl düşünebilmişti? Demek ki makam ve mevki hırsı insanı canavarlaştırabiliyordu.
İçi hiç olmadığı kadar daralmıştı. Koridordaki ayak sesleri artmış, gelenler kapıya dayanmışlardı. Gelenlerin kim olduklarını biliyordu. Bunlar Turhan’ın cellatlarıydı. Komplosunu haber almışlar ve daha önce davranmışlardı. Güçlükle gözlerini aralayıp saklanmaya çalıştığı yere baktı. Burası ölümünü birkaç dakika geciktirebilirdi, o kadar.
Yine keşkeler geçti içinden. Keşke dedi, keşke Sultan Ahmet’in beni sevdiği kadar ben de onu sevebilseydim. Gerçi ben de sevdim, inkâr edemem ama ben daha çok gücü sevdim, güce âşık oldum. Keşke kocamın dediği gibi ay yüzlü yani mâhpeyker olabilseydim. Fakat ben aydınlık bir yüz olmak yerine ayın karanlık yüzünü seçtim hep. Keşke! Keşke!...
Feci şekilde öldürülürken bir türlü kopamadığı saltanatı da dâhil olmak üzere her şeyini kaybetmişti. Düşlerini bile…