Eylül meyvelerinin insana baygınlık veren kokuların

Eylül meyvelerinin insana baygınlık veren kokularının üfül üfül sokaklarda estiği günlerdi. Terasın korkuluklarına dayadığı vücudunu hafifçe doğrultarak yukarı baktı Küçük Ali. Güneş sanki yazın bittiğine içerlemiş gibiydi ve bu kızgınlığını bulutlardan çıkarmak istercesine yanına yaklaşan her bir pamuk kümesini parçalıyordu. Yeniden başını indirdi ve yoldan geçen insanları süzmeye başladı. Okuldan çıkan çocuklar bilgisayarlarının başında olduklarından bu saatte sokakta bir tek camiden çıkan ihtiyarlar oluyordu. Onlar da güneşin hışmına uğramış olacaklar ki abanoz bastonlarının tıkırtıları arasında çınar ağaçlarının mor gölgelerine sığınmışlardı.


Okula servisle gidip gelen Ali, hep evin içerisinde olduğundan onun için mevsimlerin pek bir önemi yoktu aslında. Gerçi birkaç kez dışarı çıkmış ancak akranları hep bilgisayar oyunları oynadıklarından yalnız kalmış ve bir daha da çıkmak istememişti. Dışarı çıkmayınca ve evde de yapacak bir şey bulamayınca evlerinin çatısındaki birkaç metrelik terasa çıkar ve uzun uzun etrafa bakardı. Bu amaçsız bakmalar sonunda ise sanki büyük bir iş yapıp yorulmuşçasına tekrar içeri girerdi.


İçeri girdiğinde ise annesiyle konuşmak ister fakat akıllı telefonuna gömülmüş olan annesi, yüzüne dahi bakmadan bir el işareti ile çalışma masasını gösterirdi. Öyle ya; oğlu okuyup büyük adam olacaktı. Bu yüzden oturup muhabbet ederek zamanı tüketmenin bir âlemi yoktu. Oysa biraz başını telefonundan kaldırabilse Küçük Alisinin okuldan gelir gelmez o masada en az iki saat oturduğunu ve ödevlerini bitirdiğini fark etmiş olacaktı.


Yine de itiraz etmezdi Ali. Anneye ‘öf’ bile denilmeyeceğini öğrenmişti bir öğretmeninden. Yeniden masasına oturur ve ödevleri de bitmiş olduğundan başlardı resim çizmeye. Resim çizmeyi çok severdi Ali. En çok da badem ağaçlarını çizmeyi severdi. Baden ağaçlarını hiç yakından görmemiş olsa da onların hikâyesine yakın hissederdi kendisini. Badem ağaçları neredeyse her yerde yetişebildiklerinden, insanlar onların verimli bir toprağa, güzel bir bakıma ve yine suya ihtiyaçları olmadığını düşünürlermiş. Bu yüzden bu nazlı ağaçlara hep en kıraç yerleri reva görürlermiş. Bir kere dikildikten sonra pek uğrayanları da olmazmış. Aliye göre, kendisi de böyleydi işte. Dünyaya getirilmiş, en güzel okullara verilmiş ve böylece görev tamamlanmıştı. İyi de insan bir tek maddeden ibaret değildi ki. Ya ruhu? Onu nasıl doyuracaktı?..


Derken her zamanki gibi gün biter ve yine akşam olurdu. Baba geceden önce gelmez, anne ise Alinin yemeğini önüne koyduktan sonra o akşamki en az üç dizisi için televizyonun karşısına geçerdi. Dizilere kendisini öyle bir kaptırırdı ki; Alisinin


Anneciğim, ellerine sağlık! Yemekler çok güzel olmuş!’ iltifatını dahi duymazdı. Aslında Ali her akşam böyle söyler ve annesinden de istisnalar hariç hiç karşılık almazdı. Yine de bunu söylemeye kendini mecbur hissederdi Küçük Ali. Belki de sınıf öğretmeninin, görgü kuralları ile ilgili tembihleriydi onu buna mecbur eden. Bazen de bilhassa bekler ve tam dizi, reklam arası verince bunu söylerdi. Eğer telefonuna gelen bildirimleri cevaplamıyor ise belki bir ‘Afiyet Olsun’ dönütünü alabilirdi annesinden. Hele bunu söylerken bir de gülümsemişse annesi, dünyalar onun olurdu ve aslında en çok da o akşamki yemekten zevk almış olurdu.


Annesi cevap vermiş de olsa hatta gülümsemiş de olsa çok sürmezdi bu tatlı anlar. Bir ibadet neşvesi içerisinde annesi yeniden dizisine döner ve Ali de kalkıp gideceği tek yer olan terasın yolunu tutardı. Bir zamanlar annesi ile birlikte oturduğu sallanan iskemleye oturduktan sonra gökyüzüne bakar ve yıldızları sayardı. Ancak gelişi güzel saymazdı Ali. Önce en parlak olanlardan başlar sonra daha az parlak olanları ve en sonunda da en az parlak olanları sayardı. Eğer yaptığı hesaplamalar doğru ise parlak yıldızlar her geçen gün biraz daha azalıyor ve Ali buna bir anlam veremiyordu.


Yine bir akşam terasa çıkmış ve büyük bir ihtimam ile yıldızları sayıp dökmeye başlamıştı ki; gökten bir şeyin hızla kendisine doğru geldiğini fark etti. Bunu önce kayan bir yıldız sandı ise de değildi. Bu, tek kanadı kırıldığı için mecburen Alilerin terasına inmek zorunda kalan ürkek bir leylekti. Başlangıçta korkmuştu Ali. Telaşla aşağı inmiş ve heyecanla


Anne leylek geldi!” diyerek belgesellerden aşinası olduğu bu sevimli hayvanı annesine de anlatmıştı. Ancak dizinin en heyecanlı yerine denk gelmiş olacak ki; annesi hiç oralı olmamış ve sadece


Evet yavrum, leylek bu; gelebilir. Hem seni de leylekler getirmişti!” diye mırıldanmıştı. Onun için olağanüstü denecek kadar önemli olan bu olaya annesinin hiç şaşırmaması ve hatta “Seni de leylekler getirmişti!” demesi Ali’nin zaten karışık olan kafasını büsbütün karıştırmış ve bu hal üzre yeniden terasa çıkmıştı. Artık Ali’nin hayatına tatlı mı tatlı bir heyecan gelmişti. Her gün mutfaktan aşındırdığı yemekleri leyleğe götürüyor ve leylek de karnını bir güzel doyurduktan sonra gagasını ileri doğru yayarak teşekkür ediyordu.


Leylek bakımını üstlenen bir dost bulduğu için mutlu, Ali ise kendisini dinleyen bir dert ortağı bulduğu için sevinçliydi. Kendisini neredeyse hiç dinlemeyen hatta söylediği her sözünü kesen anne ve babasına karşılık, şimdi her bir kelimesini itina ile dinleyen ve hatta bakışlarını bile kaçırmayan bir dert ortağı vardı artık. Bu yüzden tüm sıkıntılarını ona anlatır olmuştu. Bir akşam yine anlatmaya başlamıştı Küçük Ali:


Annem her akşam dizi izliyor leylek kardeş. Dizi bitince de gelip beni yatırıyor. Sabah erkenden kalkıp okula gidiyorum. Hafta sonları ise annem öğlene kadar uyuduğundan mecburen ben de yatağımda debelenip duruyorum. Sonra gün içinde hep telefonu ile oynadığından yine benimle hiç konuşmuyor. Daha doğrusu telefondakilerle konuştuğundan bana sıra gelmiyor. Ama onlarla ağzını kıpırdatmadan sadece parmaklarıyla konuşuyor leylek kardeş. Söylesene; insan parmaklarıyla konuşabilir mi?... Babam dersen, onu görmüyorum bile. Anneme babamı sorduğumda, benim istikbalim için gece-gündüz demeden çalıştığını söylüyor. Sahi ‘İstikbal’ ne demek ki leylekcik. Acaba babamla vakit geçirmemden daha önemli bir şey midir bu istikbal?..


Aliyle Leyleğin günleri böyle geçip giderken bir gece garip bir rüya gördü Küçük Ali. Rüyasında leyleği iyileşmiş ve onu da sırtına alarak havalanmıştı. Etraflarında binlerce leylek de vardı ayrıca. Türkiye’yi geçtikten sonra Akdeniz üzerinden uçmaya başlamışlardı. Akdeniz’in ılık sularından kopan zerreleri, yüzünde hissedebilmişti Küçük Ali. Bu arada leylek de konuşmaya başlamıştı. Bunu garipsememişti Ali. Çünkü annesi parmakları ile konuşabiliyorsa leylekler de gagalarıyla konuşabilirdi pekâlâ.


Bak Aliş!” diyerek başlamıştı anlatmaya leylekcik:


Biz leylekler, ne zaman bu Akdeniz’i geçip Mısır’da mola versek hep tedirgin oluruz. Çünkü bir zamanlar Mısır maddeye taptığından ve bizler de onların bir işine yaramadığımızdan siyanürle öldürürlermiş leylekleri. Hatta sırf bu yüzden atalarımız uzun yıllar rotalarını değiştirmek zorunda kalmışlar. Ama şimdi senin için de tedirginim Alicik. Çünkü bu maddeye olan düşkünlük, kadim Mısır’ı değil her yeri istila etmiş artık. Bu bağımlılıkla ruhlarını öldüren insanlar, korkarım ki bedenlerini de öldürecekler…” Korkuyla uyanmıştı Küçük Ali. Sırtına doğru boşalan terler eşliğinde terasa koşmuş ve istemişti ki; tıpkı rüyasında olduğu gibi leyleği onu alsın ve teknolojinin insanları köleleştirmediği çok uzak diyarlara götürsün. Hem madem leylekler kendisini getirmişti; elbette götürebilirlerdi de. Ancak leylekcik gitmişti. Terastaki birkaç tüyü alıp kokladı Ali ve sonra uzun uzun gökyüzüne baktı…