Hayatı doğru yaşamak diye bir deyim var mı? Neyin doğrusunu biz yaşıyoruz? Ya da kimin doğrusunu? Mahsa Amini, İran da sırf başörtüsünden bir tutam saçı gözüktü diye öldürülen genç bir kız. Daha 22 yaşında. Cebinde biriktirdiği hayalleri, hayata dair umutları var. Ölümle hiç tanışmayacak bir yaşta ama şimdi toprağın altında. Herkese yaşamayı sorgularken ben ölümü sorguluyorum. Sadece kadın veya çocuk diye ayırmak istemiyorum, ama kadınlar ya da çocuklar güçsüz bulunduğu için mi öldürülüyor? İşte bu soru kafamı çok kurcalıyor.

Eğer Mahsa Amini, onu dövenlerden daha güçlü olsaydı kendini koruyabilecek miydi? Yaşamak için bir çocuk gülümsemesi yeterdi. Öyle çok büyük sebeplere ihtiyacımız yok ki... Hepimizin varlığının temeli saniyelik bir zevk anı değil mi? Nedenini, nasılını sorgulamayan ailelerin, hatta bireylerin, düşünmekten kaçtıkları anların sonucuyuz ya biraz da. Doğumumuz bir “inga” sesiyle başlıyor ya, neden ömrümüzün tamamını ağlamaya gönüllü geçirelim ki? Yaşamın bu kadar umursanmadığı bir dünyada ölümün gerekçelerinin böylesine anlamsız olması ne ironik.

Gazetelerin eskiden sadece üçüncü sayfa haberleri vardı. Şimdi neredeyse tüm sayfalar bir cinayet yazıyor. Yıllar geçtikçe, teknoloji hayatımıza girdikçe, modernlik kelimesi popüler kültürün içine yerleştikçe daha çok sevgi dolu bir millet olmamız gerekmiyor muydu? Biz genişlediğimiz alanlarda kendi yozluğumuzu taşıyoruz. Bu yüzden ne kadar büyüsek büyüyelim, dünyalara bile açılsak kendi içimizde hala cevaplanmamış bir soru cümlesiyiz.

Duygu Asena’nın “Kadının Adı Yok” adlı kitabında çoğumuzun duygularına tercüman olmuş bir cümle geçer “Bir cam kavanozda yaşanmışlığımla, beynimin içindeki tüm güzel hayallerle, o hayallerin yıkılışındaki şaşkınlığımla… Kendi kendimle çok güzel eğlendim.” Bunca kavganın gürültünün, şiddetin ölümün ardından hala aynada kendimize gülümseyebilecek kadar güçlüyüz. Yumruğumuzu masaya vuramasak da varlığımızla yeri titretiyoruz. Öldürerek, döverek, kırıp dökerek değil, bazen çığlık çığlığa bazen sessizce derdimizi anlatıyoruz.

Mahsa Amini’nin ardından yüzlerce insan, yüzlerce kadın sokaklara döküldü. Ölümden korkmadan, “Başıma ne gelir?” diye düşünmeden başındaki türbanı çıkarıp yaktılar, saçlarını makasla kestiler, bir kişi daha eksilmemek için şeriat propagandasına, ırkçılık, nefret söylemine karşı geldiler. Bir şeyleri değiştirmek için atılması ilk adım cesur olmaktır. Biz fazlasıyla cesuruz, fazlasıyla varız, her eksildiğimizde çoğalmayı başarabiliyoruz.

Geçen hafta güçlü kadın örneklerinden Ayşe Direkoğlu’nu yazmıştım. Bir kişinin bile olsa kaderine dokunabilen, onun hayallerine giden yolda ışık tutan, başkalarının doğrularını değil kendi doğrularını savunan bir kadın olduğu için hemcinsimle gurur duydum. Bu hafta; gencecik bir kızın ölümüyle yeşermiş bir yaprak daha koptu dalından. Toprağa karışan bir cana daha yas tuttuk. İran’da, Amerika’da, Suriye’de veya hiç bilmediğim başka bir ülkede… Hiç fark etmez ki, suçsuz bir insanın daha bu dünyadan kayboluşuna seyirci kaldık. Üzüntülü, hepimizin aynı acıda buluştuğu bir yerdeyiz. Bir acı daha bizi birbirimize kenetledi. Sokaklarda, rengimize, dilimize, dinimize bakmadan yine birlik olmayı başarabildik. Kendimizden kaçmadık.

Hayatımdaki kadınlar; Annem, Anneannem, Teyzem… Bana her ne olursa, en umutsuz gecelerde bile sabahın doğacağına söyleyerek ayağa kalkma gücü verdiler. Yeri gelecek yapraklarımız sararak, dalımızdan savrulup yere düşeceğiz. Yeri gelecek yeniden yeşerip, filizleneceğiz. Ağlamakla gülmenin kardeş olduğunu söyleyerek büyütüldük. Bu yüzden acılarımızdan tekrar doğabiliyoruz. Biz o toplumun çocuklarıyız. Sonu mutlu biten masallara inanan, hayal kırıklıklarına içinde saklayan, kan kusup kızılcık şerbeti içtim diyen insanların içinde büyüdük.

Ben her kadın cinayetinde, her suçsuz biri öldürüldüğünde, haksızlıkla her savaşmak zorunda kaldığımızda kalemi alıyorum elime (artık klavye demeliyim) yazarak içimde nefes alacak yer açıyorum. Yoksa suskunluk, içimizde büyüyüp, bizi boğmaz mı? Bizi ıssız bırakan karanlığın varlığı değil, ışığın yokluğudur. Gece her ne kadar zifiri olsa da güneşin doğuşuyla bütün karanlıklar dağılır. Biz bir günün yarısında geceyi, yarısında gündüzü yaşıyoruz. Tıpkı hayat gibi… İçimizde bize “Yapamazsın, değiştiremezsin” diyen ne kadar yüksek ses varsa “Ben başaracağım. Vazgeçmeyeceğim.” Diyen o kadar da güçlü bir ses var.

Kendi içimizde ve kendi dışımızda yaşanan onca şeye rağmen biz her sabah doğan güneşin varlığına inanıyoruz. Bu kavganın galibi o güneş, o güneşe inananlar… İlk kadın tiyatro sanatçımız Afife Jale;  “Daha küçücük bir çocukken benliğini tutuşturan ve adı tiyatro olan o muazzam sanata hayatını adamıştı. Tiyatro meşalesinden sıçrayan kıvılcımların ruhunu ateşlediği ilk andan itibaren bu büyük sanatla hem var hem de yok olmuştu” tüm engellere, tüm işkencelere, tüm nefret söylemlerine rağmen sahneden vazgeçmedi ve kendinden sonra gelenlere hiç kapanmayacak bir yol açtı.

​​​​​​​

Hepimiz alışveriş yapmayı çok severiz değil mi? Channel markasının kurucusu “Coco Channel” dikiş dikmeyi annesini kaybettiği için gönderildiği manastırda öğrenmiş. Reşit olduktan sonra kendi parasını kazanabilmek için subay kıyafetleri diken bir mağazada çalışmış ve geceleri şarkı söylemeye başlamış. Şimdi bir dünya markası… Yoksul kadınların sembolü haline gelen Oprah Winfrey… Okumayı üç yaşındayken öğrenmiş. 6 yaşına kadar büyük annesiyle yaşamış. 14 yaşında hamile kalmış ve defalarca tacize uğramış. Şuan çok ünlü bir yazar ve televizyon programı sunucusu.

Size burada binlerce kadının nasıl azimle kendi hayatını eline almak için savaştığını yazabilirim. Onların savaşı sayesinde bugün acılarından ayağa kalkmayı başaran kadınlar olduk. Ben inanıyorum; aynı dikiş dikmek gibi; hayatın bir ters bir de düz yüzü var. Her ikisini bir arada yaşıyoruz. Bir ölümle bin kere yeni baştan doğuyoruz. Başarı sadece bir kelimeden ibaret değil; o başarı dediğimiz şey; dizlerin yara bere içindeyken koşabilmektir. Emeklemeden yürüyebilmektir. Önce kendine, sonra da en az bir kişiye umut olabilmektir.

Yine sonbahar geldi. Yapraklar sararmış, dallarını bir bir terk ediyor. Ellerimiz üşüyor, üstümüze bir soğuk ürperti yerleşiyor. Bir kış daha çetin geçecek belli, bir kış daha çok üşütecek, ama olsun öyle ya da böyle bir şekilde geçecek. Dallar tekrar rengarenk meyvelere, çiçeklere boyanacak. Mevsimler geçer; günler, geceler geçer. Tıpkı acıların kalıcı olmadığı gibi hayatımıza değen ne varsa bir şekilde toparlanıp gider. Önemli olan çıkardığımız derslerdir. Acıları asla unutmayız; izleri hep en derinimize işler, ama onları destek yapıp daha çok çabalayabiliriz. Daha çok biz olmak, daha çok insana dokunmak, daha çok iyilik yapmak, bir kitap bitirmek, bir film izlemek, kendin için bir şey öğrenmek, öğrendiklerini paylaşmak, keşfetmek, öldürmeden yaşamayı öğrenmek için bir adım atmak… İşte o zaman değişimin çarkına katılmış oluyoruz. Sadece elimize bir kitap alarak bile, o kadar çok şey başarıyoruz ki…

Çok kış atlattık, çok sonbahar geçti üzerimizden, ama ilkbahara bizi hazırladı. İnanıyorum ben; bir çocuk saflığıyla, cinayetlerin, genç ölümlerin, haksız yere gün doğumunu göremeyenlerin bir gün biteceğine. “Siz sadece kendinize inanın, başkaları da size inanacaktır”