Mevlânâ hazretleri ve oğlu Sultan Veled'in türbe içindeki kabirleri



Hazret-i Mevlâna’nın 746. Vuslat Yıldönümü Uluslararası Anma Törenleri (Şeb-i Arûs) bu sene 7-17 Aralık 2019 tarihleri arasında Konya’da icra edildi. Şeb-i arûs “düğün gecesi” demektir. Allahü teâlânın aşkı ile dolmuş olan bu büyük insanlar ölümü, sevgiliye kavuşturan bir köprü olarak görürler. Ölüm onlar için hasret çilesinin biterek vuslata eriştikleri sevinilecek bir hadisedir. Nitekim Mevlânâ hazretleri Azrâîl “aleyhisselâm”ı görünce: “Çabuk gel cânım, çabuk gel. Beni Rabbime çabuk kavuştur!” demiştir.



Hazret-i Mevlâna, günümüzde Afganistan’ın kuzeyinde yer alan, Türkmenistan, Özbekistan ve Tacikistan sınırına 90 kilometre mesafedeki Belh şehrinde 30 Eylül 1207’de doğdu. Babası “sultanü’l-ulemâ” lakaplı Muhammed Behâeddîn Veled hazretleri de büyük âlim ve velî idi. 15 yaşında iken babasıyla Hicaz’a, sonra Şam’a ve ardından Konya’ya geldi. Önce babasının halifesi Seyyid Burhâneddin Muhakkık-ı Tirmizî’den 9 sene ders aldı.



SEN ANLAMAZSIN!



Bundan sonra Şemseddîn-i Tebrîzî 1244’te Konya’ya gelip kendisini irşad eyledi. Karşılaşmaları şöyle oldu:



Bir gün Mevlânâ hazretleri bir havuz kenarında idi. Yanında kitaplar vardı. Şems-i Tebrîzî hazretleri gelip kitapları sordu. Ona,



- Sen bunları anlamazsın, dedi. Şems-i Tebrîzî kitapları suya attı. Mevlânâ,



- Âh, babamın bulunmaz yazıları gitti, diyerek çok üzüldü. Şems-i Tebrîzî elini uzatıp her birini aldı. Hiçbiri ıslanmamış görüldü. Mevlânâ,



- Bu nasıl iştir? dedi.



- Bu zevk ve hâldir. Sen anlamazsın, buyurdu.



Mevlânâ hazretlerinin 6 ciltlik Mesnevî’sinde, nüshalarına göre sayı bir miktar değişse de 26 bin civarında beyit vardır. Bunları söylemeye 1257 yılında başlamış, bazen uzunca aralar vererek 1272’de bitirmiştir. Mevlânâ hazretleri Mesnevî yazılırken eline kalem almamış, irticalen söylediği beyitler kâtibi ve ilk halifesi Hüsâmeddin Çelebi tarafından kayda geçirilmiştir. Mes̱nevî’nin her cildi tamamlandığında Mevlânâ’ya okunmuş, o da  düzeltilecek yerleri bizzat Hüsâmeddin Çelebi’ye yazdırmıştır.



BÜTÜN DÜNYA TANIYOR



Mes̱nevî’nin başta İngilizce, Fransızca, Almanca, İspanyolca, İtalyanca, Felemenkçe, İsveççe, Rusça, Yunanca, Japonca, İbrânîce, Boşnakça ve Çek dili olmak üzere hemen bütün dünya dillerine tercüme ve şerhleri mevcuttur.



Mevlânâ hazretlerinin diğer şiirlerinin toplandığı Dîvân-ı Kebîr’inde 43 binden fazla beyit vardır. Mes̱nevî gibi Farsça yazılmıştır. Az miktarda Arapça, Türkçe ve Rumca şiirleri de mevcuttur. Mevlânâ’nın şiirlerinde mısra ve beyit yapısı öyle sağlamdır ki kullandığı kelimeleri değiştirip daha güzellerini ve daha ahenklilerini bulmak mümkün değildir.



Mevlânâ hazretleri 17 Aralık 1273 gecesi, 66 yaşını geçmiş olarak Konya’da vefat etti. Torunlarına “çelebi” denir. Kendisinden sonra Hüsameddin Çelebi ve sonra “Sultan Veled” denilen kendi oğlu Muhammed Bahâeddîn Çelebi halife oldu. Sultan Veled 1312’de vefat ederek babasının hemen sağ yanına defnedildi.



PADİŞAHLARIN TARİKATİ



Mevlevîlik Anadolu’da ortaya çıkmış en mühim Türk tarikatıdır. Osmanlı kültüründeki ağırlığı büyüktür. Osmanlı padişahlarının büyük çoğunluğu bu tarikatın muhipleridir. Çelebi, Konya dergâhının şeyhi olup bütün dünyadaki Mevlevihanelerin şeyhleri, onun tayin ve tasvibi olmaksızın postuna oturamazdı. Bazı çelebiler padişahlara kılıç kuşatmışlardır.



Konya’daki Mevlânâ dergâhı bugün müze olan binadır. 6.225 metrekare olup cami ve müştemilât bunun dışındadır. Mevlânâ ile Sultan Veled’in şimdiki mermer sandukalarını Kanûni Sultan Süleyman yaptırdı. Sultan III. Mehmed Han’ın annesi Safiye Valide-Sultan 1597 yılında türbeyi baştan başa tamir ettirdi. Mevlânâ’nın sandukasındaki bugünkü örtüyü de Sultan II. Abdülhamid Han yaptırdı.



Mevlânâ’nın tasavvuf yolunu tarikat hâline getirip adabını tespit eden oğlu ve halifesinin halifesi olan Sultan Veled’dir. Mevlevîliği Konya’dan bütün Anadolu’ya, İran ve Suriye’ye doğru yayan ise Sultan Veled’in oğlu Ulu Arif Çelebi’dir.



NERDEN ÇIKTI BU RAKSLAR?



Mevlânâ hazretleri “kuddise sirruh” pek çok kişinin sandığı gibi ney, dümbelek ve başka hiçbir çalgı çalmadı. Hiçbir zaman dönmedi ve raks etmedi. Sonraları bazı cahiller, Mes̱nevî’de geçen neyi çalgı sanarak ney, dümbelek gibi şeyler çalmaya ve dans etmeye başladılar. Bu büyük tasavvuf üstadının türbesine oyun âletleri sonradan konuldu. Bugün Mevlânâ Müzesi’ni ziyaret edenler orada sergilenen dört adet ney, bir kemençe, iki rebap, bir tambur, bir kudüm, bir keman, iki ud ve bir çeng görmekte, bunları hâşâ Mevlânâ hazretleri kullanmış zannetmektedir. Hâlbuki bu çalgılardan ilki müzeye 1945 senesinde konulmuştur. Diğer çalgıların dokuz tanesi muhtelif kişiler tarafından hediye edilmiş, üç tanesi de müzeye vasiyet edilmiş olmaları sebebiyle envantere alınmıştır. Dolayısıyla bu çalgıların hiçbiri ne Hazret-i Mevlânâ'ya ne de talebelerine ait değildir.



Dünyaya nur saçan Mesnevî’nin asırlar boyu yapılmış şerhlerini okuyarak o hakikat güneşini yakından tanıyanlar, elbette böyle şeylere inanmaz. Mevlânâ hazretleri bırakın ney çalmayı ve raks etmeyi, yüksek sesle zikir bile yapmamıştır. Nitekim Mes̱nevî’de zikrin kalp ile sessiz olacağını şöyle anlatmaktadır:



Pes zi cân kün vasl-ı cânân râ taleb



Bî-leb ü bî-kâm mîgû nâm-ı Rab



“O hâlde sevgiliye kavuşmayı gönülden iste. Allah’ın ismini, dudağını ve damağını oynatmadan söyle.” demektir.



Yine Mes̱nevî’de anlatılan ihtiyar bir çalgıcının, yıllarca çaldığı çengini yere vurup parçaladıktan sonra derin bir pişmanlıkla çenge seslenerek yaptığı şu tövbesine ne demeli?



“Ey Rabbimle aramda perde olan, ey beni yoldan çıkarıp azdıran! Ey yetmiş yıldır kanımı emen, kemal sahibine karşı yüzümü kara eden!



İhsan ve vefa sahibi Allah’ım, suçlarla geçen ömrüme sen acı! Allah bana öyle bir ömür verdi ki o ömrün bir gününün kıymetini bile cihanda kimse bilemez. Bense bütün bir ömrün her nefesini tiz ve peslerle, perde ve makamlarla tüketip yele verdim. Eyvahlar olsun ki gün bitti, akşam oldu.”



“NEY” NE DEMEK?



Mevlânâ Abdurrahman Câmî Risâle-i Şerh-i Beyteyn-i Mesnevî-i Mevlevî kitabında Mesnevî’nin ilk iki beytini şerh etmiştir. Bu şerhin Süleyman Neş’et Efendi tarafından yapılan tercümesi, Tercüme-i Şerh-i Dü Beyt-i Molla Câmî ismiyle 1847 yılında İstanbul’da basılmıştır. Bu kitapta “ney”in üç manası şöyle anlatılıyor:



“Mesnevî’nin ‘Dinle neyden bak nasıl anlatıyor, ayrılıklardan şikâyet ediyor’ manasındaki birinci beytinde geçen ‘ney’, İslam dininde yetişen kâmil, yüksek insan demektir. Bunlar kendilerini ve her şeyi unutmuştur. Zihinleri her an Allahü teâlânın rızasını aramaktadır. Ney Farsça ‘yok’ demektir. Bunlar da kendi varlıklarından yok olmuştur. Ney denilen çalgı içi boş bir çubuk olup bundan çıkan her ses, onu çalan kimseden hâsıl olmaktadır. O büyükler de kendi varlıklarından boşalıp kendilerinde Allahü teâlânın ahlâkı, sıfatları ve yükseklikleri ortaya çıkmaktadır. Neyin üçüncü manası, kamış kalem demektir ki bundan da insan-ı kâmil kastedilmektedir. Kalemin hareketi ve yazması kendinden olmadığı gibi, kâmil insanın hareketleri ve sözleri de hep Allahü teâlânın ilhamı iledir.”



Sultan II. Abdülhamid Han zamanında Ankara valisi olan Abidin Paşa’nın kaleme aldığı Tercüme ve Şerh-i Mesnevî-yi Şerif en kıymetli Mesnevî şerhlerindendir. Bu kitapta “ney”in insan-ı kâmil olduğu dokuz türlü ispat edilmektedir.



MESNEVÎ’DEN BİR ANEKDOT



Hazret-i Ömer “radıyallahü anh” devrinde Roma imparatorunun gönderdiği sefir Medine’ye gelince, Halife’nin sarayını sorar. Bir kulübeyi gösterirler. Oraya gidince Halife’yi bahçede, kuru toprak üstünde, bir taş parçasını yastık yapmış yatıyor görür. Hazret-i Ömer uyanınca ilk bakışının dehşet ve şiddetinden sefir titremeye başlar. Dakikalar sonra ancak kendine gelir. Arz edecekleri bitip ayrılırken Halife’nin muhterem hanımı, bir yerden 18 dirhem gümüş para ödünç alıp temin ettiği bir hediyeyi kendi tarafından sefire verip İmparator’un eşine gönderir.



Bir zaman sonra İmparatoriçe de buna karşılık, kıymetli ve mücevherlerle süslü bir hediye gönderir. Her işinde hak yoldan ayrılmayan Halife, gelen bu hediyeden yalnız 18 dirhem gümüş değerindeki parçasını ayırıp hanımına verecek, geri kalanını ise beytü’l-mâla yani devlet hazinesine teslim edecektir.



Cenabı Hak bizlere bu büyük İslam âlimini doğru anlamayı ve gösterdiği yolda yürümeyi nasip eylesin.