Bir arkadaşım bahsetmişti. Onun ağzından aktarıyorum. “İç Anadolu Bölgesi’ndeki güzel bir ilin, küçük, sakin bir ilçesine memur olarak at

Bir arkadaşım bahsetmişti. Onun ağzından aktarıyorum.

“İç Anadolu Bölgesi’ndeki güzel bir ilin, küçük, sakin bir ilçesine memur olarak atanmıştım. Yavaş yavaş yerli halk tarafından tanınmaya başladım. İkindiden sonra işten çıktığımda, evime giderken, insanlar beni kahveye ve meclislerine davet ederlerdi.

Bana bir kez bile çay parası verdirmemişlerdi.

Bir defasında, nereli olduğumu duyanlar, daha önce orada görev yapmış bir Kaymakam’ın, şimdi bizim ilçemizde çalıştığını söylediler.

Bu adam, ilçe insanlarının bir kısmı tarafından çok seviliyordu. Halkın bazısı ve daha çok, hükümet konağı personeli ise, ondan nefret ediyordu.

Kaymakam’ı yere göğe sığdıramayan ve aynı masada içki içmişlerden birkaç kişi, ‘Gidersen, imkân olursa kendisine çok selamımızı ilet!’ dediler.

‘Tamam, denk gelirsem söylerim,’ dedim.

Sonraki günlerde memlekete gittiğimde, Köy Muhtarı aracılığıyla, Kaymakam Bey’e, görev yaptığım ilçenin insanlarının selamını ilettim.

Kaymakam Bey çok ilgili görünmüş. O da bana ve kendisini hatırlayanlara selam söylemiş. Denk gelirse benimle görüşmek istediğini de eklemiş hatta.

Aradan epey zaman geçti. Gene köydeydim, yıllık izindeydim.

‘Köye, İlçe Kaymakamı gelmiş,’ dediler. Benim de orada olduğumu, beni tanıyanlar vasıtasıyla, öğrenmiş, beni kahveye çağırtmış.

Çok önemli bir işim olmasına rağmen kalktım, davete icabet ettim. ‘Gıyabî olarak görüştüğünüz kişi benim!’ dedim.

Fazla alakalı ve telaşlı göründü Kaymakam Bey, hemen yanına oturttu. Fakat gayet mütevazı birini beklerken, kaba saba, seviye noktasında sıkıntısı olan bir adamla karşı karşıyaydım.

Avanesiyle bizim köy kahvesinin üstünü işgal etmişti. Daire Amirleri, Müdürler, Beldelerin Karakol Komutanları, İlçe Jandarma Komutanı, İlçe Emniyet Amiri gibi devlet erkânından birçok insan vardı.

Bizim köyün misafirperver halkı Mülkî Âmir’in etrafına toplanmıştı. Çaylar, meyveler, şerbetler, kolalar, gazozlar gelip gidiyordu. Kaymakam ise, ukalaca önüne bir gazete almıştı. Gözünün içine bakan o kadar insanın içinde, gürültüyle, paldır küldür bulmaca çözüyordu.

Bir yandan (arada) Daire Amirleri’ne kendisini onaylattırıyor, iki de bir en gereksiz şeylerde bile, ‘Evet efendim, çok haklısınız,’ dedirtiyordu. Bir yandan da ‘Benim çalıştığım yerde kendisini nasıl hatırladıklarını, hizmetlerini anıp anmadıklarını’ soruyordu bana.

Ben iyilik ve nezaket olsun diye düşünerek ve saygısızlık da yapmamak için, yerli halkın kendilerini iyi andığını ve çok sevdiğini örneklerle anlatınca koltuklarını kabartıyordu.

‘O ilçede çok iş yaptık. Şu okul benim eserim. Falan mahalledeki binayı ben inşa ettirdim. Devlet hizmeti böyle olur, şimdi bizim gibi Kaymakamlar yetişmiyor,’ deyip duruyordu iki de bir.

Arada duruyor, bulmaca da takıldığı yerleri etrafımızdaki insanlara soruyordu. Heyecanlandıkları için, soruyu kimse bilemeyince şaka yollu, ‘Hiçbiriniz adam olmazsınız, en çok ben biliyorum ben,’ diyordu.

Sinir oldum. Biraz daha oturduktan sonra, bir yere yetişmem gerektiğini söyleyerek, müsaade isteyip kalktım. Bunu beklemiyordu, bozuldu Kaymakam, ama ben görmezden geldim.

Merdivenlerde, küçük su dökmeye kalkmış Muhtar ile karşılaştım. ‘Bir daha beni kaymakamın olduğu yere çağırmamasını’ söyledim.

Muhtar şaşırdı. Benim böyle sert bir tepki vermemi beklemiyordu. Söylene söylene eve geldim. Benim gözümde, böyle bir adam, değil Kaymakam, en basit bir daireye, (küçümseme anlamında demiyorum, alt birim olarak söylüyorum) Hizmetli bile olamazdı.”

Arkadaşım anlatıyı bitirdiğinde, bu konu çerçevesinde derin bir tartışmaya daldık.

Avrupa’nın birçok yerinde Mülkî Âmir ve Yargıç/Savcı olma sınırının, orta yaşlara tekabül ettiğini, en azından 35-40’ı geçtiğini, bizim ülkemizde insanların, çok erken yaşta mevki/yetki alınca ‘ne oldum delisi, sindirememe, makamı dolduramama’ psikolojisi içine girdikleri sonucunu çıkardık.

Böylelerinden bazılarının, eziklikten ve yaşanmamışlıktan, etraflarına karşı sert, hatta kaba saba davranma mecburiyetinde hissettiklerini, kendilerinde bu hakkı bulduklarını konuştuk.

Acıdık ve güldük onlara…