Galiba aylardan Kasımdı ve biz yedinci sınıf öğrencileri olarak resim dersindeydik. Öğretmenimiz Nesli Kutluk elinde bir tabak meyve ile sınıfa girinc

Galiba aylardan Kasımdı ve biz yedinci sınıf öğrencileri olarak resim dersindeydik. Öğretmenimiz Nesli Kutluk elinde bir tabak meyve ile sınıfa girince hepimizin gözleri fal taşı gibi açılıvermişti. Çünkü elma, armut ve portakalın yanında bir tane de muz vardı tabakta. Muz bilmediğimiz bir şey değildi ama öyle herkesin evine girebilecek cinsten bir meyve de değildi. Hele bizim gibi devlet pansiyonunda kalan öğrenciler için dünyanın 8. harikası olmaya adaydı dense mübalağa edilmiş olmazdı. Tabağı usulca masanın üzerine koyan öğretmenimiz, meyve tabağını en güzel resmeden öğrenciye, muzu vereceğini söyleyince hemen çizmeye başladık.
Dersin sonuna yakın öğretmen birinciyi belirleyebilmek için sınıfı dolaşmaya başladı. Bazı sıraları hemen atlıyor, bazılarında ise duruyor ve eline aldığı resmi alıcı gözlerle inceliyordu. O her durduğunda kalbimiz duracak gibi oluyor, bir başka sıraya yöneldiğinde ise rahatlıyor ve tekrar ümitlenmeye başlıyorduk. En arkanın bir önündeydim ve öğretmen benim sırama da gelmişti nihayet. İlk önce şöyle uzaktan süzüverdi yaptığım resmi. Ben hemen içimden bildiğim duaları okumaya başladım. Hoca bu kez resmimi yavaşça eline aldı ve daha dikkatli bir şekilde incelemeye başladı. Duanın tesirini gösterdiğini düşünen ben, Kevser’den İhlâs’a doğru aşk ile bir dahi kıraate devam ettim. Ve derken hoca resmimle birlikte tahtaya çıkıp birinciyi ilan etti. 
Kulaklarımla duyduğum halde bir türlü birinci olduğuma inanamıyordum. Büyük bir tezahürat ve aynı oranda şaşkınlıkla hatta mahcubiyetle tahtaya çıkıp hocamın elini öptüm ve uzattığı muzumu aldım. Nesli Hoca’nın övgülerle dolu kısa konuşmasının ardından başım önde, utangaç bir eda ile sırama geçtim ve başladım bu sarı renkli nesneyi incelemeye. Çoğunlukla televizyondan gördüğüm ve hep merak ettiğim muzun, yumuşak bir dokusu, kalınca bir derisi vardı. İyi de nasıl yeniyordu bu? Belki de sınıfa sormalıydım. Bu düşünceyle başımı kaldırıp arkadaşlarıma bakınca bir de ne göreyim? Ağızları bir karış açık ve sanki göz kapakları yokmuşçasına hepsi birden muza bakıyorlardı. Bu bakışlardan muzumun tehlikede olduğunu elbette anlamış ve hemen birkaç numara büyük ceketimin iç cebine sıkıştırıvermiştim. O an babamın bize niçin birkaç beden büyük ceket aldığının hikmetini daha iyi anlamış ve kendisine olan hayranlığım bir kat daha artmıştı.
Son dersin bitimiyle beraber kaldığım yatılı yurda ne güçlüklerle geldiğimi her halde tahmin etmişsinizdir. Yine de işin asıl zorluğu şimdi başlıyordu. Çünkü sınıf elli kişiyken pansiyonda en az 200 kişi vardı. Bir kuytu köşede muzun icabına bakmak vardı fakat henüz onu görmek payesine bile eremeyen onca arkadaşım varken gönlüm yemeye el vermemiş ve götürüp pansiyonun ağır ağabeylerine bir sarraf hassasiyetiyle teslim etmiştim. Abilerimiz olağanüstü toplanmış ve uzun süren ictimâ’ sonunda, muzun en küçüğümüze verilmesine karar vermişlerdi. Şimdi sadece ismini hatırladığım 6. sınıf öğrencilerinden İsmail, hepimizin gözü önünde muzu afiyetle yerken biz de
“Zaten bu muz bizim uşkunun1 yerini tutmaz.” diyerek teselli olmuştuk.