Eskiden masalların sonunda “Sonsuza dek mutlu yaşadılar” derlerdi. Buradaki sonsuzluk sizin de dikkatinizi çekti mi? Bir sonsuzluğun peşinden koşan hayatlarımız var. Masallar, filmler, destanlar, romanlar bize hep bir uçsuz bucaksız bir dünya varmış ve biz o dünyanın içinde serap görüyormuşuz gibi anlatıldı. Düşünüyorum da; mutsuzluklarımız hep ertelediğimiz yarınların nedeni mi? Yarının endişesi ve kaygısını sırtlandığımız için mi hep bir sonsuzluk arayışındayız?

“Sonsuza dek mutlu yaşamak ancak anbean mümkündür” Margaret Bonnano çok sevdiğim bir sözüdür. Bir sonsuzluk varsa o da anın içinde olduğundadır diyor. Tıpkı mutluluk gibi; gülümsüyorsan, heyecanlıysan, başardıysan yüzüne eklediğin tebessümdür. Dün, bugün ve yarın arasında gidip gelen benliğimiz çoğu zaman nerede olduğunu hatırlamakta zorlanır. Beynin neredeyse sen de oradasındır. Geçmişin kilidini cebinde saklarsın, ama her kapıda tekrar açılmasını beklersen zaman kaybı ve hayal kırıklığıyla karşılaşırsın. Yarını görmen imkansızdır, ama tahmin etmek için, plan yapmak için cebinde onun da anahtarını taşırsın. Zorladığın kapıları açtığında karşına büyük bir duvar çıkar. İşte o duvar yıkılmaz bir yarındır. Hırslar, öfkeler, seni o kaygının içine hapseder; her anı bir kayıp gibi yaşarsın. Bugün, bize en yakın anahtardır, ama hangimiz sadece bugünün anahtarıyla yola çıkar? Yollar hep bizi kuytu sokaklarda, yine geçmişle gelecek arasında bir yerde bırakmaz mı? Yine en kıymetli şeyin “An” olduğunu öğreniriz. Neden olmamız gereken yerde değilizdir?

Ben yazmaya karar verdiğimde 10 yaşında bir çocuktum. Hani herkesin klasik söylediği “Beni şu yakınım keşfetti” cümlesi vardır ya, henüz 10 yaşındayken beni de ilkokul hocam keşfetmişti. Bir gün yanına çağırdı ve “Senin kalemin çok güçlü sakın yazmaktan vazgeçme… İlerde çok iyi bir yazar olabilirsin” dedi. Ben o günden sonra, bana büyüyünce ne olacaksın diye soranlara “Ben yazar olacağım. Kitaplar, filmler, hayatlar yazacağım” dedim. 10 yaşında bir çocuksunuz, hayatınızda her gün yüzlerce fikir değiştirirken, benim tek değişmeyen fikrim mesleğimdi. Tek bir söz, benim hayatımın tüm dengelerini değiştirdi. Kelimeler benim hayalim oldu. Yazmaktan hem korktum hem de o boş sayfayı doldurmayı, birilerinin benim yazdıklarımla tanışmasını, onlara dokunmasını deli gibi istedim.

28 yaşındayım, hala hem korkuyorum hem de o boş sayfayı doldururken heyecandan yerimde duramıyorum. Kısa bir andı. Belki bir dakika bile değildi. Sıradan bir çocuğun, okuldaki bir günüydü, ama o an benim hayatımı değiştirdi. Hepimizin hayatını değiştiren bir an vardır. Bunu ne kadar inkar etsek de gerçek budur.

Lumiere Kardeşleri hiç duydunuz mu? Bizi sinemayla tanıştıran kardeşler. Bir devrin başlangıcı, sönmeyecek bir ışık… Aslında onların hayatı henüz dünyaya gelmeden şekillenmişti. Lumiere ismi Fransızca’da “Işık” anlamına geliyor. Babaları Antonia önce resim öğretmeni sonra da fotoğrafçılığa başlamış. Bu iki kardeşin en büyük hayali donuk fotoğraf karelerini canlandırmak olmuş. Yine babalarının Edison’un icadı Kineteskopu eve getirince iki kardeş bu aleti geliştirmek için etrafında pervane olmuş. O küçücük delikten dünyaya süzülen hayatları anlatmak için, beyazperdeye aktarmak için gece gündüz çalışmışlar.

O fotoğraflar Lumiere kardeşlerin kaderini etkileyen, hayatının çizgisini yönlendiren bir andı. Sinematografı icat ettikten sonra herkesi toplayıp, sadece bir trenin gara girişini gösterdiler. Şimdinin sinema dünyasına baktığımızda buna bir film demek imkansız, ama sinema bize tek bir anın hediyesiydi. İnsanlar trenin gara değil de sinema salonuna giriş yaptığını zannedip, korkuyla salonu terk etmişler. İşte hepimizin ucundan köşesinden içine girdiğimiz sinema büyük bir heyecan ve en az onun kadar korkuyla hayatımıza girmiş.

Bugün Dünya Sinema Günü. eğer bugün sinema diye bir gerçek olmasaydı. Diziler, filmler yapılmasaydı kaç kişinin hayatı bambaşka olacaktı. Sanatın bizi var ettiğine inandığımız en temel parçası, yorgun düştüğümüz anlarda bile yine bize o enerjiyi veren, umudun varlığına, gençlerin geleceğine bıraktığımız ve hep yeşereceğinden yana kuşkumuzun olmadığı sinema…

Bugün hangi buluşları kaçırıyoruz? En küçük birim olan kendimizden bahsedelim. Sabah uyandığımızda aynada kendimize günaydın diyor muyuz? Aynadaki yüzü pişmanlık mı tanımlıyor yoksa neşe mi? sadece kendimizi mutlu etmek için 24 saat için de ne yapıyoruz? Annen, baban, kardeşin, evladın, arkadaşın, eşin, patronun, akrabaların değil, sadece sen varsın o aynanın içinde. Sorguluyor muyuz mutsuzluklarımızı ya da mutsuzluk sebeplerimizi? O aynanın dışındaki seni değil, içindeki seni ne kadar umursuyorsun? Bence günümüzün en değerli buluşu insanın kendini keşfidir. Olmak istediği yer ile olduğu yer arasındaki çizginin arasında o adımı atmış herkes büyük bir buluş gerçekleştirmiştir. Şimdi sosyal medya, televizyon, dijital ve dünyayı sığdırdığımız küçük telefonlarımız bizi yönetiyor. Tüm bu karmaşanın içinde sadece kendi sesini duyabilmek en büyük yeteneklerden biridir. Yanlış evlilikler, yanlış meslekler, yanlış kararlar hepsinin sebebi kendimize yabancılaşmamız. Bıraktığın yerde kendinle karşılaştığında yeni bir sen keşfedeceksin..