Hem rahmetli babam hem de rahmetli annem Bursa’nın Mustafakemalpaşa ilçesinin köylerinde doğmuşlar. Ama onların babaları, yani iki dedem de 1912’deki Balkan Harbi’ni takip eden yıllarda Bulgaristan’dan hicret etmişler.



Merhum babam Pomak (Koreli) İsmail Efendi, 1931 yılında, Mustafakemalpaşa’ya bağlı Ayazköy'de doğmuş. Annesi Ayşe Hanım ve babası Pomak Mehmed Efendi, şimdi Bulgaristan sınırları içinde kalan Razlık (Razlog) nahiyesinin 29 km kadar doğusunda yer alan Babek (Babyak) köyünden 1920'li yıllarda Türkiye'ye hicret etmiş. Rahmetli annemden, dedemin sülalesinin memleketlerindeki lakabının "Dervişoğulları" olduğunu öğrenmiştim.



Merhume annem Hacı Hafız Kıymet Hanım da yine Mustafakemalpaşa’ya bağlı Melik köyünde 1941 yılında doğmuş. Babası Mutaf Mehmed Efendi ve ailesi, Balkan Harbi akabinde 1912’de Şumnu'dan Türkiye'ye hicret etmiş. Annemin annesi merhume Hacer Hanım ise soyunda Hicaz'dan bir damar olan yerli (manav) bir aileye mensup. Anneannemin babası Mustafa Efendi Çanakkale şehididir.



Mutaf Mehmet Efendi ben doğmadan çok önce, 1952 Ramazan’ının Kadir Gecesi’nde 63 yaşında vefat etmiş. 17 sene süreyle askerlik yapmış, Balkan Harbi de dâhil cepheden cepheye koşmuş. Yine rahmetli annemden dinlediğime göre girdiği bu savaşların korkunç izlerini vücudunda taşıyormuş. Bunlardan bazıları içine yumurta sığacak büyüklükte oyuklarmış. Mesleği mutaflıkmış. Yani keçi kılından çul, çuval, heybe, at ve eşek koşum takımları gibi mamulleri dokurmuş.



KÖKSÜZ AĞAÇ DEĞİLİZ



Ailemle ilgili bu bilgileri verirken biraz teferruata kaçtığımın farkındayım. Ancak kökleriyle ilgilenmenin, nereden geldiğini bilmenin önemli olduğuna inanıyorum. Bu tür araştırmalarla kendi evlatlarım da dâhil gençlere bu konuda örnek olmak, onları teşvik etmek niyetindeyim.



Dedelerim çok eski muhacirler olduğundan ve geldikleri yerlerde yakın akrabaları kalmadığından bugüne kadar oraları gidip görmedim. Belki de dünya gailesinden fırsat bulamadım diyelim. Ama geçenlerde, 61 yaşımı sürdüğüm şu günlerde ani bir karar verdim. Mesafe olarak daha yakın olan anne dedemin memleketinden başlayarak dedelerimin doğduğu toprakları göreyim, en azından oraların havasını ölmeden önce teneffüs edeyim dedim.





VER ELİNİ VARNA



Daha yakın zamanlarda hicret etmiş olup Bulgaristan’a gidip gelen tanıdıklarımın tavsiyeleri ve İnternet’te yaptığım araştırmalar ışığında seyahat organizasyonunu kolayca yaptım. Esenler Otogarı’ndan Varna için otobüs biletlerini ayırttım. Nişikli Turizm’den kişi başı 150 lira, İnternet’ten alırsanız 142,5 lira. Aynı güzergâhta Metro Turizm’in de seferleri var.



Eşim ve kızımla birlikte gideceğim için daha rahat ve ekonomik olur düşüncesiyle Varna’da bir otelde kalmak yerine, mutfağı da olan bir apartman dairesi kiralamayı uygun gördüm. İnternet’ten, daha önce kalanların daireler hakkındaki intibalarını da inceleyerek iki gece için 70 avroya Varna’da şehir merkezine yakın 70 metrekare bir daire buldum.



10 Haziran 2019 akşamı, saat 20:00’de kalkacak otobüsümüz için Esenler Garajı’na vardığımızda Varna’dan kişi başı 50 levaya alacağım dönüş biletlerini de daha ucuza, 150 liradan peşinen kestirdim. 460 kilometrelik uluslararası bir yolculuk için sanırım uygun bir fiyat.



Sabaha karşı vardığımız Varna’ya kadar takip ettiğimiz güzergâh şöyleydi: Çorlu-Kırklareli-Dereköy Kara Hudut Kapısı-Burgaz-Varna. Yanımda oturan Özbekistan Taşkentli Rahim Ahmedov ile yol boyu sohbet ettim. Ticaret erbabı olan Rahim Bey’in Burgaz’da iki tane havlu mağazası varmış.



Gece yarısından sonra ulaştığımız Dereköy Hudut Kapısı oldukça etkileyiciydi. Yüksek rakım ve serin hava sebebiyle uçuşan sis zerreciklerinin toprağa indiği, aydınlatma lambalarının ışığında görülebiliyordu. Türk tarafında kişi başı 15’er liralık yurt dışı çıkış harcını ödeyip pasaportlarımızı kuyruğa girerek mühürlettik. Bulgar tarafında ise bir görevli otobüse binerek “Dobır veçer = İyi akşamlar” dedi ve pasaportları topladı.



Sabaha karşı Varna Otogarı’na ulaştık. Aslında yakındaki belediye otobüsü durağını bilsek kiraladığımız daireye kişi başı 1 levaya gidebilirmişiz. 1 leva yarım avro. Ancak ne durağın ne de dairenin yerini bilmediğimizden bekleyen taksilerden birine adresi söyledik. Bu gibi durumlarda tabir yerindeyse kazıklanmak turistlerin mahut kaderi olduğundan çaresiz şoförün söylediği 5 avroluk ücrete razı olduk. Ama uzun ve yorucu yolculuğun ardından ve valizlerimizle birlikte kolayca dairemize ulaştık. Ev sahibi Grigor’u kendisiyle önceden haberleştiğimiz üzere erken giriş için problem çıkarmadan, bildirdiğimiz saatte evin önünde bekliyor bulduk. İki geniş odası ve mutfağıyla gerçekten güzel bir daireydi.



Üçüncü günün gecesi geri döneceğimizden ilk günü Varna’yı keşfederek geçirdik. 20 kilometrenin üzerinde yürüyüş yaparak gezilip görülecek her yeri gezdik. Önceden incelediğime göre 1868 senesine ait Tuna Vilayeti Salnamesi’nde Varna’da 19 cami, 1 Medrese, 12 mektep ve 1 tekke olduğu yazılıydı. Hepsi yok edildiğinden bunların hiçbirini ne yazık ki bulamadık.



ŞUMNU’DA HEYBETLİ BİR OSMANLI CAMİSİ



Benim için bu seyahatin esas amacı dede memleketi olan Şumnu’yu ziyaret etmek olduğundan Varna intibalarına daha fazla girmiyorum. Şumnu’da hicri 1157, miladi 1744’te yapılan Şerif Halil Paşa Camii veya halk arasındaki ismiyle Tombul Camii’ni ziyaret etmek, mümkünse bir vakit namazı cemaatle kılmak ve camide Yasin-i Şerif okuyarak sevabını özellikle Mutaf Dedemin ruhuna bağışlamayı daha İstanbul’da iken planlamıştım. Dedemin ne yaşadığı mahallesini ne de köyünü bilmiyordum ama bir şeyden emindim: Rahmetli dedem bir asırdan fazla zaman önce bu camiye mutlaka gelmiş ve namaz kılmıştı.



12 Haziran 2019 günü sabah 11’de Varna Otogarı’ndan 9 levaya aldığım biletle 90 kilometre mesafedeki Şumnu’ya doğru yola çıkarken garip duygular içindeydim. Dedemin oradan ayrılışından bir asır sonra Şumnu’daki büyük bir Osmanlı camiinde onun ruhaniyetiyle buluşacaktım.



Otobüsteki yolculardan çoğu Türk’tü. Bir yakınına ulaştırılmak üzere bir emanet götüren Süleyman, Varna’daki bir semt pazarında pazarcıydı. Almanya’da çalışan Engin Tırnova’ya gidiyordu. Hepsiyle kısa sohbetler edip tanıştım.



Otobüsün yanaştığı Şumnu Otogarı şehrin girişindeydi. Hedefim olan Tombul Camii ise 3 kilometre mesafede ve şehrin diğer ucundaydı. Bir vasıtaya binmek yerine şehri boydan boya kat edip görmek amacıyla Madara Bulvarı’ndan başlayarak yola koyuldum. Sağı solu gözlemleyerek giderken bir parkta oturan iki ihtiyarın Türkçe konuşmaları, bir belediye temizlik görevlisi ablanın diğerine “Hanife gee ge…” diye seslenişi kulağıma geldikçe bir Türk şehrinde bulunduğumu düşünerek huzur buluyordum. Yolun bir yerinde, büyük bir meydanın kenarındaki dükkâna girip doğrudan “Tombul Camii’ne nasıl gideceğim?” diye sordum. Dükkân sahibi önce benim vermediğim selama “Merhaba, hoş geldiniz.” diye mukabele edip nazikçe bir ders verdikten sonra yolu tarif etti.



YANIK BİR EZAN SESİ



Nihayet cami uzaktan göründüğünde zarif minaresinden yükselen öğle ezanı da yarılanmıştı. Adımlarımı sıklaştırdım. Mükemmel şadırvanından akan buz gibi suyla abdest alıp camiye girdiğimde imam farz için tekbir alıyordu. 20’şer kişilik iki safın son kişisi olarak birinci rekata yetiştim. Belki de dedemin bir zamanlar durduğu yerde, minberin hemen solunda huşu içinde namazı eda ettim.



Son sünnet kılındıktan ve tesbih çekilip dua edildikten sona bütün cemaat birbiriyle el sıkışıp “Allah kabul etsin!” dileklerinde bulundu. İstanbul’dan geldiğimi öğrenenler bana “Hoş geldin!” dediler. Cemaat dağıldıktan sonra mihrabın önünde oturup Yasin-i Şerif okudum. Sevabını bütün geçmişlerimin ve özellikle Mutaf Dedemin ruhuna bağışladım. Milletimiz, memleketimiz ve bütün İslam âleminin hayırlarla karşılaşması için Cenabı Hak’tan niyazda bulundum.



Çömlekçiler Mahallesi diye bilinen semtte yer alan külliye, tek minareli bir cami, iç avluda yer alan şadırvan, medrese, kütüphane ve mektepten meydana geliyordu. Türk İşbirliği ve Koordinasyon Ajansı Başkanlığı (TİKA) tarafından yapılan restorasyon büyük ölçüde bitmiş durumdaydı.



Caminin 15 m X 15 m ebadındaki esas ibadet mekânının üzeri 16,5 m çapında büyük bir kubbe ile örtülü. Zaten bu büyük kubbe sebebiyle Tombul Camii deniyor. Tek şerefeli minare 40 m yüksekliğinde. Minber ve mahfil ahşaptan. Minberin sağ tarafındaki bölümde ve mahfilde restorasyon devam ediyor. Mihrabın üst köşelerinde, eski zamanlara ait iki adet kabartma çerçeveli Mescid-i Nebevî ve Mescid-i Haram resimleri bulunuyor.



Yukarıda bahsettiğim 1868 tarihli salnameden, Şumnu’da 40 cami, 6 medrese, 22 mektep ve 10 tekke bulunduğunu öğreniyoruz. Tombul Camii son cemaat yerinde tanıştığım görevli Mustafa Bey’in söylediğine göre Şumnu’da şu anda Tombul Camii dâhil sadece 3 cami mevcut.



Camiden ayrılarak hemen karşısındaki tepede inşa edilmiş saat kulesini görmeye gidiyorum. Hicri 1153, miladi 1740’ta yapılmış kulenin kitabesi okunamayacak kadar silinmiş. Kulenin yakınında, Tombul Camii’ni yukarıdan gören bir evin bahçesine giriyorum. Bahçede tamirat yapan bir zata cami ile birlikte resmimi çektiriyorum. Adını sorduğumda “Ben Bulgar, Krasimir…” cevabını alıyorum.



BİRKAÇ ÇİÇEK, BİRKAÇ YAPRAK



16:15’teki dönüş otobüsünü kaçırmamak için diğer camileri bulmaya vakit ayıramıyor ve bir toplu taşım vasıtasına binerek otogara geri dönüyorum. Öncesinde Şumnu’da bolca bulunan ıhlamur ağaçlarının birinden mis kokulu birkaç çiçek ve yaprak koparıp hatıra olarak alıyorum. Merhum Mutaf Dedemin babası Salim Efendi, annesi Hürmüz Hanım ve onların ana, baba, dede ve ninelerinin medfun bulunduğu, Sultan Murad-ı Hüdavendigâr’ın fethettiği bu beldeden kalbimde bir burukluk hissiyle ayrılıyorum.



Cenabı Hak bütün geçmişlerimize rahmetiyle muamele eylesin.