Yaş otuz beş yolun yarısı eder, mısrasıyla başlayan Cahit Sıtkı’nın şiirini bilmeyeniniz varsa da sanmam ki bir duymayanınız olsun. Şairin en g

Yaş otuz beş yolun yarısı eder, mısrasıyla başlayan Cahit Sıtkı’nın şiirini bilmeyeniniz varsa da sanmam ki bir duymayanınız olsun. Şairin en güzel şiiri olmayabilir ama şüphesiz en meşhur şiiridir Otuz Bez Yaş. Şiirlerin genelinde olduğu üzere bu şiirde de umut, yaşama sevinci, sevgiliye kavuşmak, mutluluk halleri yok denecek kadar azdır. Zaten Otuz Beş Yaş, baştan sona bir hüzün, hazan yahut maraz şiiridir ve mevsimlerden de sonbahara aittir; rengi de sarı ve onun daha çok koyu tonlarıdır.
İnsan hayatında zamanın hükmü nedir? Mitler ve masallar çağında yıldız ışıkları daha fazla ve Ay, şimdikinden daha bir büyükken zamanın tanrı olduğuna inanmış kimi kavimler. Ertrüsklerin Satre, Yunanlıların Khronos adlı zaman tanrıları varmış misal. Bugün geldiğimiz noktada zamanın tanrı değil ancak ilahi kurgulu hayatlarımızın en tepesindeki yönetmenlerden olduğu malum; üstelik hem acımasız hem de rolleri kendi kurallarına göre belirleyen bir yönetmen. İnsanın dramı da doğar doğmaz bu zaman oyununa mecburen dahil olmasıyla başlıyor işte. Dram diyorum çünki çoğumuzun birer figüran olarak çıktığı hayat sahnesinde güldürü ögeleri de az yer tutmuyor. Üç birlik kuralının dışında cereyan eden hayatlarımızda daha ziyade hicranlı dizeler düşüyor payımıza.
Aslında otuz beş sene bir insan için çok bir hayat değil. Artık öyle bir zamanda yaşıyoruz ki hiçbir şeyin garantisi yok. Geçtiğimiz yüzyıl korku çağı ilan edilmişti. İki dünya savaşı, kıtlıklar, felaketler, yıkımlar ve üst üste yığılan ölümler. Peki, 21.yy’a nasıl bir isim koymak lazım? İnsanların bir mutsuzluk ve bunalım içinde oldukları bir sır değil. Böyle olsa bile ağır bir mutsuzluktan söz edemeyiz. Bir kere bu, insan tabiatına aykırı. O zaman “Bunalım” koyalım bu çağın da adını. Hepimizin bir yerde Varoluşçu olduğu düşünülürse bu ad hiç de anlamsız olmaz. Çağın ismini koyduk madem, sloganını da bulalım: Descartes üstat sağ olsun. Yaşıyorum, öyleyse bunalıyorum. Sloganı tutmayanınız ya da daha iyisini buldum diyeniniz var ise gönderebilir tabii.
Peki, 21. yy’ın daha ilk çeyreğinin bitimine dahi 8.5 sene varken böylesine pervasız bir adlandırma ne denli doğrudur? Bu yüzyıla Bunalım Çağı demek için elbette erken daha. Fakat geçen 15 seneye bakınca dünyanın bir kısmı için yarının hiç de iç açıcı olmadığını söylemek müneccimlik olmaz. Bir diğer husus da bu bunalımın evrensel olup olmadığıdır ki, sanırım hepimiz hemfikiriz. Bu ahval ne yazık ki beynelmilel. Moda deyimle globalleşmiş bir dünyada mesafelerin pek bir hükmü kalmadı ve her derin olay bir kelebek etkisi yapıyor. Dolayısıyla eskilerin deyimiyle bana değmeyen yılan bin yaşasın, zamanları da çoktan geçti. Zira koca bir yılan tüm dünyaya sarılmış durumda ve dolanıp duruyor sürekli. Kimi zaman dili değiyor, kimi zaman kuyruğu, illa ki değiyor yani. Hele bizim gibi dünyanın merkezi kabul edilen bir coğrafyadaysanız yılanlarla daha çok muhatap oluyorsunuz doğal olarak. Etrafımız, içimiz, dışımız yılan dolu yahu. Cumhuriyetimize kastetme fırsatı kollayan dahili ve harici bedhahlarla kuşatılmış dört bir yanımız. Bunun böyle olduğu eskiden bir rivayetken şimdi göze batan bir çöp kadar gerçek. Hacı Bektaş Veli’nin muazzam tespitiyle de karşı karşıyayız üstelik. Evdeki düşmandan kork, demiş Hünkâr. Çünki evdekinin düşman, koynunda beslediğinin yılan olduğunu nereden bileceksin. Ancak bir musibetle gerçek niyet ortaya çıkar ki, memleketimizde tam da böyle olmadı mı? Hain niyetlerini 15 Temmuz’a kadar gizleyen birileri, yani evimizdeki düşmanlar, defterimizi az kalsın dürüm dürüm düreceklerdi.
Bir gerçek var, bizim ülkemiz tarih boyunca cadı kazanı misali kaynamış Ortadoğu gibi cehenneme en yakın tasvirin yanı başında maalesef. Şayet yeterince güçlü olmazsak dahili ve harici bedhahlar, o dev kazandan bir tane de bizlerin ocağına kuracaklar ve Allah muhafaza, kazan bir defa kurulursa baş edilemez artık.
Nereden nereye geldi yazı. Neyse, asıl bahse döneyim ben. Şairin yaşadığı (1910-1956) yıllarda insan ömrü bugüne nazaran beş on yıl kadar kısaydı. Otuz beş yaş, yolun yarısı etmiyor artık. Laf buraya kadar gelmişken ölüm gerçeğinden de bahsedeyim. Tuhaf ötesi ölümler kol geziyor artık. Bizim insanımız trafik ve iş kazaları, tedbirsizlikler ve nihayetinde olması gerektiği gibi vadenin yetmesiyle terki diyar ederken hiç bilmediğimiz bir ölüm şeklini de işitir olduk: Canlı bomba. Bu ölüm biçimi kesinlikle bize ait değil. Azrail’i bu tarza alıştırmamamız gerek. Başka yolu yok. Devlet millet el ele verip evdeki düşmanların kökünü kazıyacak ve Cahit Sıtkı’nın Memleket İsterim şiirindeki gibi bir ülkede yaşayacağız. Bir bombayla yolun yarısına bile gelmeden ölmek de ne demek?
Bu güzel ülkede daha güzel günler görmek dileklerimle…
Not: Geçen haftaki Kitap adlı köşe yazımda “kitab” kelimesinin kökünü “tab” olarak vermiştim. Ancak Yılmaz Erğen ve Erdinç Uçar’ın dikkati ve katkılarıyla kelimenin “ketebe”den geldiği görülmüştür.