Türkiye Cumhuriyeti’nin etrafındaki komşular dâhil Batı devletlerinin tümü yüzeysel olarak iyi niyetli görünseler de içten içten ve de el altında

Türkiye Cumhuriyeti’nin etrafındaki komşular dâhil Batı devletlerinin tümü yüzeysel olarak iyi niyetli görünseler de içten içten ve de el altından da Türkiye aleyhinde olan bütün yasa dışı örgütlere desteklerini vermekten geri durmamışlardır. Vatandaş olarak hepimize düşen görev ise şudur ki; dış ülkelere karşı devletimizi ve milletimizi güçlü tutmaktır. Adam sendeciliğe ve benciliğe sapmadan ülkemizin onurunu ve bütünlüğünü korumak durumda olmak ülkeseverlik için en iyi davranış olacaktır. Bakın bununla ilgili size Ömer Seyfettin’den uyarlama bir vatanseverlik hikâyesi anlatayım, yüzyıllar öncesi Türk insanı milleti için ne gibi fedakârlıkta bulunulmuş bir daha düşünelim ve çalışmalarımızı ona göre yapalım:
“Safevi Şahı İsmail’in Anadolu içlerinde yayılmaya çalıştığı dönemdir. Önce ideolojik olarak Anadolu insanını etkileyecek, ardından da Anadolu’yu topraklarına ekleyecektir. Osmanlı Devleti bu hevesinden vazgeçirmek için, Şah İsmail’e defalarca elçi göndermiş, ancak tavrında bir değişiklik olmamıştır… Hatta Osmanlı elçilerini bazen hapsetmiş, bazen de boynunu vurdurmuştur.
İstanbul’dan son bir elçi daha gönderilecektir, ancak sözünü dudaktan, gözünü budaktan sakınmayan dirayetli, cesaretli, ferasetli biri olması lâzımdır… Mevcut isimler gözden geçirilmiş, bu işe hiç biri uygun bulunmamıştır. Vezirlerden biri Muhsin Çelebi’nin adını ortaya atar: Arandığı gibi bir baba yiğittir, Muhsin Çelebi aranır, bulunur ve huzura getirilir. Sadrazam karşısında eğilmez bile. Temenna edip durur. O kadar minnetsizdir.
Durum anlatılır: Padişah kendisinden büyük bir hizmet beklemektedir. Çelebi, görevi tereddütsüz kabul eder. Ancak bir şartı vardır: Devletten hiçbir şey kabul etmeyecektir. Maiyetini kendi parasıyla düzecek, esvaplarını kendisi diktirecek, kimse karışmayacaktır. Biraz tuhaf bulunmakla birlikte, Muhsin Çelebi’nin bu şartı kabul edilir. Muhsin Çelebi hazırlıklara başlar. Osmanlı’yı temsil edecek heyetin içinde yer alacak olanları özenle seçer. Her şey Osmanlı’nın şanına lâyık olmalıdır. Her birine şık elbiselerini diktirir. Kendisiyle gelecek olanlar boylu-boslu ve güzel giyimli olmalıdır. Heyetteki insanlarla hayvanların kıyafeti, Osmanlı’nın zenginliğini ve ihtişamını yansıtmalıdır ki Şah İsmail kime meydan okuduğunu anlasın.
Tüm giderleri kendi kesesinden karşılayan Muhsin Çelebi, bütün mal varlığını rehin vererek kendisine pembe incili bir kaftan diktirir. Kumaşı Hint’ten, incileri Venedik’ten gelen bu kaftanın bir benzeri daha yoktur ve bir servet değerindedir. Muhsin Çelebi maiyetiyle birlikte yola çıkar ve nihayet Tebriz’e varır. Halk Osmanlı elçilerinin ihtişamını gıptayla seyreder. Şöhretleri kısa süre içinde bütün Tebriz’e yayılır. Osmanlı elçilerinin görkemini anlata anlata bitiremezler. Sonunda Şah İsmail’in huzuruna alınırlar. Osmanlı elçisinin sırtında o muhteşem, emsalsiz “Pembe İncili Kaftan’ı” gören Şah İsmail’in dudakları uçuklar. Fakat bir hile düşünmüş, Osmanlı elçisini karşısında ayakta tutmak için salona ne koltuk ne sandalye koydurmuştur. Muhsin Çelebi, her zamanki haliyle Şah İsmail’in huzurunda dimdik durur. Padişah’ın mektubunu çıkarır, öper, sonra da Şah’a uzatır.
Ardından, oturmak için bakınır. Oturacak yer bulamayınca, Şah’ın kendisini ayakta tutmak istediğini anlar. Bir çırpıda, o kimsenin bakmaya kıyamadığı muhteşem Pembe İncili Kaftan’ı sırtından çıkarır. Bir savuruşta yere yayar ve üzerine bağdaş kurar. Sonra da başlar Osmanlı Padişah’ının mesajını sözlü olarak tekrarlamaya… Şah şaşkınlıktan neye uğradığını şaşırmış, donup kalmıştır. Muhsin Çelebi sözleri biter bitmez ayağa kalkar, kapıya yürür. Şah’ın bir veziri, Çelebi’nin kaftanını yerden toplayıp arkası sıra koşturur:
-Buyurun kaftanınızı unutmuşsunuz.
Çelebi şöyle bir küçümseyerek Şah’ı süzer ve dudaklarını büzerek şöyle konuşur:
-Saraya gelen büyük bir ülkenin elçisini oturtacak yeriniz yok! Hem biz yere serip “üzerine oturduğumuz şeyi, bir daha sırtımıza almayız!” Bizden size hediye olsun.
Paha biçilemez kaftanı bırakıp çıkar, ülkesine döner. İstanbul’da bu hikâyeyi duyan herkes “Pembe İncili Kaftanlı adamın” ne yaptığını merak etmektedir, ama Muhsin Çelebi tek bir kelime konuşmaz… Tüm servetini bu göreve hazırlanmak için harcamıştır. Ama yaşanan bu muhteşem sahne heyettekilerinden birinin olanları saraya bildirmesi ve İran’da dalga dalga gelen haberlerle öğrenilmiştir. Padişah Yavuz’a! Ne padişah ne de vezirler bir şey sormazlar Muhsin Çelebi’ye! O sadece Şah İsmail’e ne söylenmesi gerekiyorsa o sözleri söylediğini sadece Vezirazama söylemiştir. Padişah ise gizlice emirler vermiştir ki:
-Ne yardım yapılacaksa yapılsın!
Ama Muhsin Çelebi ise şöyle diyecektir:
-Milletim devletim için sadece servetimi verdim ne ola ki! Nice gençlerimiz şehit ve gazi olurken ben üç beş kuruşun hesabını mı yapacağım, diyerek hiçbir yardımı kabul etmez. Elinde kalan üç-beş kuruşla Üsküdar taraflarında küçücük bir bahçe satın alır ve sebze meyve yetiştirip satarak geçimini sağlamaya çalışır.”
Kısacası; bugün Muhsin Çelebi’nin ülke yararına yaptığı örnek davranışına bakarak; dış ülkelere karşı hem de derhal, barış ve kardeşlik için, birlik ve beraberlik için, güçlü olmak için, bir olmak, iri olmak ve diri olmak için çalışmalıyız diyorum.