Haberlerde görüyoruz. Bazı gençler, arabalarla bir caddeyi kapatıyor, müzik açıp oynamaya başlıyorlar.

Haberlerde görüyoruz. Bazı gençler, arabalarla bir caddeyi kapatıyor, müzik açıp oynamaya başlıyorlar.



İlk etapta bunda herhangi bir sorun yok gibi görünüyor. Eğlenip mutlu olsunlar ne var yani, öyle değil mi? Yalnız, bu arada o sokaktan geçmesi gereken araçlar bekliyor, trafik sıkışıyor.



Bu, bekleyen arabaların ve toplu taşımanın içinde Adliye’ye, notere veya işine geç kalmış bir yurttaş olabilir. Daha mühimi, bir ambulans ağır bir yaralıyı hastaneye yetiştirmek üzere zamanla yarışıyordur belki.



Bu gençlerin o anki ruh hâli nasıl, çok merak ediyorum. Konu komşuya rahatsızlık verdiklerini, insanları keyfi yere beklettiklerini ve birilerinin zamanını gasp ettiklerini hiç düşünmüyorlar mı? Nasıl böyle hassasiyetten ve birazcık ince düşünceden yoksun yetiştiler?



Bunun adı küstahlığını, şımarıklığını uluorta sergilemek, insanları rahatsız etmekten, itici olmaktan sadistçe mutluluk çıkarmak mı?



Normal yolla, hayatın içinde yer alamayacaklarından, didinerek sefil yaşamlarına mânâ katamayacaklarından, tersinden mi meşhur olmak ve öne çıkmak istiyor acaba bu çocuklar…



Maalesef, dünyanın kendi etrafında döndüğünü düşünen, çevreye korku salmaktan veya vatandaşı bekletmekten rahatsız olmayan, küstahlığını, şımarıklığını ve arsızlığını avantaj gibi gösterip bununla çıkış arayan çok insan var artık.



Üstelik böylelerinin hayal kırıklığına uğrama ve psikolojik hastalıklara düşme ihtimalleri de çok fazla…



Çünkü hayat, dünyanın kendi etrafında dönmesi düşüncesini, terbiyesizliği, lâubalîliği ve arsızlığı kaldıracak durumda değil. Vurup geçiyor. Hiç dinlemiyor.



Bir zaman olumsuz çıkışlarla yürüyebilirsin ama yaşama ayak uyduramadığın zaman kaybeden hep sen oluyorsun.



Roman Polanski ‘Roman’ isimli otobiyografisinde anlatmıştı. Chinatown (Çin Mahallesi) filminin çekimi yapılıyordu.



Filmin başrol oyuncularından Jack Nicholson, haber gönderilmesine ve tüm set çalışanları tam takım hazır olmasına rağmen çekime gelmemişti; bir türlü karavandan çıkmak bilmiyordu. 



Roman Polanski, “Jack Nicholson’ın karavanda ne yaptığını, niçin hâlâ çekime gelmediğini” sormuştu yardımcılarına.



Hollywood’un gözde oyuncusu Jack Nicholson, çekişmeli bir basket maçı seyrediyordu, ayağına gelenlere, taraftarı olduğu takımın maçı bitmeden kimsenin onu yerinden kaldıramayacağını söylemişti. 



Çılgına dönen Roman Polanski, eline bir beyzbol sopası almış ve hışımla ünlü artistin karavanına dalmıştı.



Herkesin korku dolu bakışları arasında Nicholson’ın televizyonunu ve daha başka küçük eşyasını paramparça etmişti.



Afallamış ama yine de yapacağından geri kalmayan Nicholson, kendisini karavanından dışarıya atmış ve bir tepki olarak çırılçıplak soyunmuştu; ardından arabasına atlayıp seti terk etmişti.



Polanski’de arabasına binmiş ve Nicholson’ı takibe koyulmuştu, bir kırmızı ışıkta yakalamıştı.



Ünlü yönetmen ile büyük oyuncu, birbirlerine bakmışlar ve sonra deli gibi gülmeye başlamışlardı. Ertesi sabah film çekimi kaldığı yerden devam etmişti, bu duruma filmin yarım kalacağını düşünen set çalışanları bile şaşırmıştı.



Roman Polanski, Jack Nicholson’a büyük bir ders vermiş, onun olduğundan daha büyük olmadığını, şok etkisi yaratarak ona göstermişti. Aslında bir bakıma Jack Nicholson’a iyilik de etmişti.



Trafiği birbirine katan, vatandaşın zamanını çalan, örneğin asker uğurluyoruz diyerek etrafa rastgele ateş eden o gençlere de, Roman Polanski’nin yaptığı şekilde olmasa bile,  unutamayacakları bir ders vermek lazım geliyor. 



İnsanlara huzursuzluk vermenin veya bir yere yetişmesi gerekenleri bekleterek eziyet etmenin ahlâkî ve kanunî olarak suç ve sorumluluk olduğunu onlara anımsatmak, öyle ki bir daha böyle bir eylemin içinde yer almaktan deli gibi korkacak şekilde bir şeyleri suratlarına çarpmak gerekiyordu.



Kendini göstermenin ve yaşanılan pespaye hayatı daha anlamlı ve güzel hâle getirmenin başka yolları da var çünkü.