ASLI M. SARI

Bu hafta röportaj konuğum Emre Timur. Sevgili Timur ile geçtiğimiz yıl kendisinin etkinliğinde. Karşıyaka’ da tanıştık. Onu can kulağıyla dinledim. Sahnesi bittikten sonra aklımda büyük bir aydınlanma ile eve dönüyordum. Sunumundan çok etkilendim. Evet, “Varoluşçu” kelimesi ona çok yakışıyor. 7 yılda 6 kitap yazmış ama bak öyle böyle değil konuları! Fena değişik bir tad var kitaplarında… Yeni romanı Çürümeyi sordum kendisine. “Çürüyen bir çağın çürüyen bir yılında yazdım.” diyor ve ekliyor; “Aslı Hanım, Pandemi yeni çıkmıştı ki bende de bir şeyler dolmuştu, hamileydim. Gebelik bana yabancı değil. Yılda bir iki doğum yaparım. Adalet kavramı kafamda çok dönmekteydi. Felsefede etik çok tartışmalı bir konu. O bir şey der, öteki başka şey der... Ben de yazarın sesini kısıp karakterleri kavga ettirdim, ne çıkacak diye. Ahlak aşağı, ahlak yukarı… Hiçbiri de tam haksız ve haklı değil. Her şey muğlak, her şey silik. Hayat gibi işte… Romanın mesajı, hele ki topluma mesajı olmamalı. Benim toplumla işim yok. Ferde, ötekiye, dışlanmışa, itilmişe diktim gözümü. Ona ve onun vicdanına, onun krizine. Benim başkarakterim çöp tenekesinde yaşıyor Çürüme romanında. Alın size bir çürüme. Bu metafordan daha iyi anlatılmaz, diye düşündüm çürüme mefhumu. Vicdanların, toplumların, dünyamızın ve adaletin çürümesi...” ifadelerini kullanan Emre Timur ile ilgili çok detay vermeyeceğim çünkü dolu dolu bir röportaj bırakacağım buraya. Özellikle felsefe, varoluş ve edebiyata ilgisi olan arkadaşlar muhakkak dikkatlice okumalı. Röportajımız sizlerle…

Söyleşimize sizi tanıyarak başlayabilir miyiz kimdir Emre Timur? Bir günü nasıl geçer?

En zor soruyla başladık aslında. Derslerde, konferanslarda felsefeden, psikolojiden, teolojiden en kuytuda kalmış sorular yöneltilir ama cevaplarken pek düşünmem doğrusu. Fakat kendimden söz etmek bana hep terletici gelmiştir. Dilerseniz ben size kendim yerine yaptıklarımdan söz edeyim. Mimari tasarımlar yapıyorum, estetik dersleri veriyorum, perspektif, fotoğraf, simülasyon ve özellikle iç mekân tasarımı anlatıyorum… Bu elbette günün aydınlık yüzü. Karalık çöktüğünde öteki yan ağır basar, yani sizlerin beni asıl tanıdığınız yan; yazıyorum, okuyorum, düşünüyorum… Özetle, yaşamım bu ikisi ile sürüyor; ilki hayatta bırakıyor, ikincisi yaşatıyor. 

Şu an 6. Kitabınız raflarda. İlk kitabınızı çıkartmayı ne zaman ve nasıl düşündünüz?

YEDİ YILDA ALTI KİTAP

O beni düşündü aslında. Ben hep yazarlığın, özellikle de edebiyatın cebir tarafına inanırım. Yani siz onu planlarsanız ortaya çıkan şey bir plastik maymun olur. Karton çıkar, kitap değil. Oysa gerçek esin kendisi seçendir. Ankara’nın böyle -bilen bilir- kasvetli, robotik kışları vardır. Binalar ve kapitalistler üstünüze üstünüze gelir. İşte böyle bir boğulma nöbetinde Palyaçonun Listesi çıkmıştı. Evet, yedi yılda altı kitap… Zaman su gibi. 

Herhangi hikâyesi var mı kitap isimlerinizin?

Kitap yazmanın kendisinden zor gelir bana kitap ismi. O yüzden hep içinde döndüğüm bir çember vardır. Sevdiğim bazı kelimeler var. Sanki Freud’un serbest çağrışımından dökülenler gibi; şüphe, korku, deli, tereddüt, intihar, ümit, cehennem, yalnızlık, karanlık… Kitap isimlerim de bunlardan seçiliyor, kitaplardaki bölüm isimleri de. Hatta kitaplarımda en çok geçen kelimeler de bunlardır mesela. Aslında işin şöyle bir yanı var, bir büyüğümüz der ki, Peyami Safa’nın tüm romanlarına “Bir Tereddüdün Romanı” desek, yakışıksız kaçmaz. Benimkiler için de bu durum geçerli. “Tereddüt” deyin, abes kaçmaz. Hepsinde de tereddüdü yani aslında bir bakıma da insanı anlatıyorum çünkü.

Konularınızı nasıl seçiyorsunuz? Konu seçimi tesadüfimi oluyor ya da hayatta karşılaştığınız bazı olaylardan mı etkilenip yazıyorsunuz?

Konu her yerde bulana. Evde oturup yan odaya çay almaya gidip gelirken bile konu bulursun. Konu her yerden püskürür. Aslında o konuyu nasıl işleyeceğin meseledir. Günün sonunda anlatmak istediğin bir beyin zarı sülüğün olmalı, teninde kıymık, ne bileyim, ayakkabında taş olmalı. Bu meseleleri dümdüz anlattın mı olur sana felsefe kitabı. Bunları bir olay örgüsü içinde anlatman gerekir. Ayrıca elin görünmeyecek. Yani kuklacı göründü mü kukla keyif vermez. O yüzden yan hikayen olacak. Yani aslında söyleyecek çok şeyin birikmiş olacak. Katmanları olur romanın. Yoksa ortaya çıkan şey masal kitabı olur Mesaj apaçık olmamalı, yazar sesini kısabilmeli. Konu demiştiniz, konu listem hep doludur ve uzundur. Mesele hep, onu nasıl aktaracağımı bulmaktadır. 

Yaşadığınız coğrafyanın yazın yolculuğunuza etkisi var mıdır?

BU ÇAĞDA VAROLUŞÇU ROMANCI OLMAYIP NE OLACAKTIM? 

Hep İbn Haldun’a atfedilen ama Mukaddime’yi harf harf okuduğum halde göremediğim bir söz var, coğrafya kaderdir. Söz şu biçimiyle bence doğru, kader coğrafyadır. Evet, doğduğumuz yeri değil, büyüdüğümüz yeri bile seçemiyoruz. Seçebilecek yaşa geldiğimizde de kollarımızda, boynumuzda ve bacaklarımızda bin zincir oluyor Platon’un mağarasındaki esirler gibi. Toprak konuşur, toprak ağlar, toprak mitler anlatır ve toprağa yaslanılır hüzünlenince. Toprak çok şeydir. Reddederken bile onu kabul etmeniz gerekir oksimoron bir şekilde. Anadolu’da doğdum, büyüdüm. Ne bileyim türküsünü, töresini, ağıtını bilirim ama bence mekândan çok zamanın bana tesiri oldu. Yaşadığım çağın çocuğuyum ben. Bu çağ beni doğurdu, memelerini uzatıp emzirdi, büyüttü… Bu çağ, yani? Yani simsiyah kuleler gibi yükselen binaların arasında koşuşturan yabancılar ve hayatın anlamsızlığı çağı… Bu çağda varoluşçu romancı olmayıp ne olacaktım? 

Son zamanlarda çok fazla gözler önünde olan, reklam uğruna, satış uğruna özellikle kitap çıkaran yazarlar var. Başarılıda oluyorlar bu bir gerçek. Bu husus hakkında düşünceleriniz?

Bakın, bu konuda biraz farklı düşünüyorum. İğrendiğim çok nokta var, o ayrı ama bir işi kötü yapanlara hep ihtiyaç vardır. Bir işi yarım yapan, ham yapan, bön yapan, kıt yapanlar artar ve onlar bu işi asıl yapacak olan bizlere zemin hazırlar. Birileri saçmalamalı ki işi ciddi yapanın ne yaptığı anlaşılsın. Önce cılız cep fenerleri açılmalı, mumlar yanmalı, ateş böcekleri çıkmalı, yoksa güneşler doğduğunda gözler yanar. Unutmayın, Sokrates’ten yani gerçek bilgelerden önce sofistler, yani gevezeler geldi. Gelecektir. Önce falancanın karısı “kitap” yazacak bir milyon satacak, sonra yakışıklı ergen fotoğrafı olan “kitaplar”… Peki, şunu düşünüyor muyuz, alıcısı var demek ki. Aydınlanma hep böyledir. Halkın geneline yayılmış bir aydınlanma tarih boyunca olmadı. Sorun mağara gevezeliği sevenlerin varlığı değil, gerçek sanat, gerçek kültür faaliyetlerinin tükeniyor olması. Bu üzüyor beni.   

Emre Bey, sizin yazma tarzınızdan bahseder misiniz? Mesela nasıl bir ortamda yazmayı tercih ediyorsunuz?

Efenim ben Yaşar Kemal üstat gibi kurşunkalemle yazanlardan değilim. Güne ayak uydurdum, bilgisayar kullanırım. Muhakkak dünyadan ve ışıktan kopuk bir gizli inde yazarım. Evet, yazdığım yer inimdir. Orası biraz da anne rahmi gibidir. Orada büyürsün, kemiklerin gelişir çünkü bir süre sonra fark edersin ki yazdıkların seni yazmaktadır. Bir kitap biter ve bir eski sen biter, yeni sen başlar. 

Kitabınızda kendinizden soyutlanmış karakterleri mi yoksa sizi yansıtan karakterleri mi anlatmak daha güzel geliyor? Yani eserlerinizin sizi yansıtması hoşunuza gider mi?

Şimdi efenim ben kendi ellerimle bir kazak örüyorum, o kazağı ne kadar kendimden kaçırırsam kaçırayım üzerine muhakkak el kokum siner. Bu böyledir. Yazar kaçar kendinden. Acemisini demiyorum, ustasının yaptığı budur. Kaçar ve kaçarken yine yakalandığı kendisidir. Ama şunu kastetmiyorum, bir karakter löp diye yazarın kendisi olur! Olamaz. Okursun, kapatırsın ve sende bir tat bir koku kalır. İşte o ruh yazardır. Bir bakıma da yine yazar zaten kendinden nefret ettiği, kendinden kaçmak istediği için yazmakta ve yine kendisine yakalanmaktadır. Burada böyle çözülmez bir düğüm var.  

Kitaplarınızı yazmaya başlarken kurguyu önceden mi belirlersiniz? Yoksa bütün olay örgüsü siz yazdıkça mı gelişir?

İlki tümdengelim. Son zamanlarda yaptığım bu. İkisini de denedim aslında. İlk romanımın sonunu ben bile bilmiyordum. Nitekim sonsuz bir kitap çıktı ortaya. Yani sonu olmayan, sıfırıncı bölüm ile başlayıp sıfırıncı bölüm ile biten. Denemeler yapmaktan korkmayan bir yazarım ama şunu belirteyim, her yerine karar vermişsem bile sonunu bilmem. Sonunu ben de yazarken okur, heyecanlanırım. 

Kitaplarınızın genel tema ve içeriğinden biraz bahsedebilir misiniz? 

ORTALIKTA BİR SÜRÜ MASAL KİTABI VAR ROMAN DİYE

Kentli insanın anlamsız yaşamını anlattım hep. Aslında insanı, belki de sadece... Bana “varoluşçu” denmesinin sebebi de bu. En sert hakikatleri onlar avucumdan kaymaya fırsat bulmadan yakaladığımı düşünüyorum ve onları sımsıkı tutuyorum. Günlük dedikodu, itiş kakış ve koşturmaklar bana göre şeyler değil. Gözlerimi dev gayeye, büyük meseleye diktim. Varız! Yetmez mi? Varız işte… Var mı ötesi? Bu mevzuyu anlatıyorum dönüp dolaşıp. Ve anlatması en zor yaratığı, o pembe yanaklı alçak maymunu, insanı anlatıyorum. Mesele o kadar ağır ve büyük ki bin yıl da yazsam diyecek sözüm kalır. Ortalıkta bir sürü masal kitabı var roman diye. İnsanı nasıl anlattığına bakacaksın. Karakterlerin özü-sözü bir mi, içi-dışı bir mi, çöpe at. Okurken huzurunu kaçırmıyor mu, çöpe at. İnsanın o bin katlı, iki yüzlü, kendisiyle savaşan, hayattan nefret eden yanını kaşıyorum yara edene kadar. Başka türlü istesem de yazmamam.  

Kitabınızın ortaya çıkış öyküsünü anlatabilir misiniz? Fikir nasıl doğdu, kitabın ismine nasıl karar verdiniz, yazma süreci nasıl gelişti, yazarken uyguladığınız belli rutinler veya ritüeller var mı?

BENİM TOPLUMLA İŞİM YOK. FERDE, ÖTEKİYE, DIŞLANMIŞA, İTİLMİŞE DİKTİM GÖZÜMÜ

Son kitabımdan, Çürüme’den söz ediyorsunuz sanırım. Aslında komik bir şey oldu, “son romanım” dediğim zaman yanlış anlaşılıyor. Sanki bir daha roman yazmayacakmışım gibi. Oradaki “son” yerine belki de “yeni” demek lazım. Evet, yeni romanım Çürüme. Çürüyen bir çağın çürüyen bir yılında yazdım. Pandemi yeni çıkmıştı ki bende de bir şeyler dolmuştu, hamileydim. Gebelik bana yabancı değil. Yılda bir iki doğum yaparım. Adalet kavramı kafamda çok dönmekteydi. Felsefede etik çok tartışmalı bir konu. O bir şey der, öteki başka şey der... Ben de yazarın sesini kısıp karakterleri kavga ettirdim, ne çıkacak diye. Ahlak aşağı, ahlak yukarı… Hiçbiri de tam haksız ve haklı değil. Her şey muğlak, her şey silik. Hayat gibi işte… Romanın mesajı, hele ki topluma mesajı olmamalı. Benim toplumla işim yok. Ferde, ötekiye, dışlanmışa, itilmişe diktim gözümü. Ona ve onun vicdanına, onun krizine. Benim başkarakterim çöp tenekesinde yaşıyor Çürüme romanında. Alın size bir çürüme. Bu metafordan daha iyi anlatılmaz, diye düşündüm çürüme mefhumu. Vicdanların, toplumların, dünyamızın ve adaletin çürümesi...  

Yazmak sizin için hayat boyu sürecek bir serüven mi, yoksa yazmayı bırakmayı düşündüğünüz bir zaman var mı? 

İnanın mesleğimi, şehrimi, sevgilimi filan sorsanız daha kolay cevap veririm, bırakır mıyım diye. Buna cevabım niçin yok biliyor musunuz, çünkü muhatabı ben değilim, perim, “Daimon”um. Ben burada fail değil münfailim, yani edilgen. O diler yazdırır, o diler susturur. Bir tahminde bulunabilirim ama sanırım… Cemiyet-vicdan gerilimini gördükçe, sarhoşuk-aydınlanmışlık krizini mesela, ya da uyutmayanlarım var olmayı sürdürdükçe yazmaya da devam ederim. Hayalim de odur nitekim; yazı başında ölmek, yazarken ölmek…

Edebiyat dünyasında gördüğünüz en bariz sorun nedir? Bu soruna ne gibi bir çözüm önerisi sunulabilir? 

Tanzimat’tan beri bizde romanlara bakın, doğu-batı sorunundan, zengin-fakir ikileminden çıkamadık. Canım Türkçe, ah Türkçe… Bin yıllardır Doğu’dan Batı’dan beslendi de bugüne geldi. Bu zengin dil ile neler yapılmaz. Bizim şanssızlığımız dilimiz değil, coğrafyamızdaki düşünsel atalet. Fiziksel coşku arttı mı düşünsel tembellik gelir. Biz savaşmayı, göç etmeyi, kavga etmeyi, canımızı feda etmeyi biliriz ama hani felsefe, hani yüksek sanat? Göçebede bunlar zayıf olur. Oysa dünya bir krizin eşiğinde. Roman kıt, edebiyat kabız. Bakmayın günde bilmem kaç yeni başlık çıktığına... Onlar ucuz ergen vakit öldürücüleri. Okurken elinde erir kaybolur kar tanesi gibi. Hani! Koca davayı kucaklayan, insanı avuçlayan var mı? İşte benim cılız ellerime kaldı insanı avuçlamak. Varoluşçu romanı araştırın, bırakın Türkçede, dünya dillerinde bile örnekleri yok artık. İlk o Yabancı’lar, Bulantı’lar filan işte… Çağın roman krizi bize kalmışsa eyvah… Ama ne yapalım, korkup kaçalım mı? Yazıyorum ben de. Ümidim o ki öldüğümde romanda hayal ettiğim devrimi gerçekleştirmiş olayım dünyada. Hem de güzel dilimiz Türkçe ile olsun bu. Niçin olmasın? Bir de “taklitlerin çıktı” diyorlar, hiç kızmıyorum. Bilakis yararlı görüyorum. Dilim, edebiyat, gelecek, sanat için hayırlı görüyorum. Yazandan, okuyandan zarar mı gelir?

Yazın yolculuğunda gelecek ile ilgili projelerinizden bahseder misiniz?

İnsanı avuçlamak, tabiri geçti ya az evvel, işte bunu yapan bir eser yazıp ölmek. Artık gerisi gelecek nesillere kalıyor. Onlar kendi yollarını çizecektir. Ben bir külliyat bırakmak istiyorum ve asla 2022 Türkiye’si için filan yazmıyorum. Yıl dediğin nedir… Gözümü daima dünyaya ve gelecek yüzyıllara diktim. Biz bugün niçin Montegine okuyoruz? Adam 16. yy Fransa’sı için yazmış olsa bugün onu kim hatırlardı? 

Ne tür okuyucu kitlesine hitap ediyorsunuz?

DÜNYANIN EN GÜÇLÜ KİTLESİDİR ÖTEKİ

Deliler, ötekiler, devrimciler, dışlanmışlar, oyuna alınmayanlar, fahişeler… Evet, her romanımda fahişelere özel yer ayrılır. Önemserim. Unutmayın, İsa Peygamber’in de etrafında köleler ve fahişeler vardı. “İlk taşı günahsız olan atsın” diyerek kendini fahişenin önüne attı. Ben de öyle yapıyorum. Dünyanın en güçlü kitlesidir öteki. Ortada çok görünmediklerine, görünmediğimize bakmayın. Ben asla okulun en popüler çocuğu için yazmadım. Asla uzun ince mankenler için, bürokratlar için, kalın çek defterliler, başarılılar, beyaz yakalılar, köşe başını tutmuş muhafazakârlar için yazmadım. Benim yazım devrimciye. Oyuna alınmayan mısın, oyundan atan mı? Sadece bu soru bile okurum olup olmamayı ölçüyor aslında. 

"Çürüme" ile birlikte güzel bir okur kitlesi yakaladınız. Diğer kitaplarınız zaten zirve yapmıştı bunu yakinen takipteyim. Son kitabınız ile sizce ilgili dönütler nasıldı?

Aslında en büyük çıkışım Şizofren ile oldu. Bir aralar her gün interneti açıyordum, yer gök Şizofren yorumu... En çok okunan da o oldu. Türkiye’de okumayan kaldı mı, bilmiyorum. Şizofren bir ivme kazandırdı ve okuruma beni tanıttı aslında. Her kitap kapağımda “Şizofren’in Yazarı” yazar. Niçin? Çünkü kimse benim kara kaşımı kara gözümü bilmez. Biraz görünmez biriyimdir. Hatta kimse adımı bile hatırlamaz ama Şizofren deyince gözler parlayıveriyor. Bunu görebiliyorum. Yeni romanım yeni yeni keşfediliyor. Çürüme ile birlikte çıraklık kitaplarımın son bulduğunu düşünüyorum. İlk üç romanım benim zaviyemden çıraklıktı. Artık kalfalık dönemim başladı. Bu biraz kalemimle birbirimize alışmamızla ilgili aslında. Artık kalemi kâğıda bırakıyorum, o kendisi yazıyor. Umarım ölmem de bu gözler ustalık eserlerimi de görür. Çok sabırsızlanıyorum. 

Sizi yazmaya özendiren şeyler neydi?

Ben bir tımarhane, yani diğer ismiyle akıl hastanesi anısı dinlemiştim eski bir “deli”den. Kendine böyle sesleniyordu, bana kızmayın. Ranzanın altında yatan deliler varmış koğuşunda. Hatta bazıları öldükten günler sonra fark edilmiş. Bunlara yazılmaz mı, soruyorum size? Kitap karşılığı çalışan bir fahişe ile tanıştım mesela. Bu yazılmaz mı? Zihinsel engelli oğlunu zincirleyen bir anne duydum. Mesela, sokakta yaşayanlarla konuştum, intihar eden gencecik kızlarla. Kendi çocukluk arkadaşını yıllar sonra travesti olmuş bulan birisiyle tanıştım. Bakın, bunlar yazdırır işte. Benim karakterlerim hep böyle insanlar. Kazananı anlatmam ben, haşa! Başarılıyı anlatmam, birinciyi, yeneni anlatmam. Yenilen okur beni, yenileni anlatırım. Ben de bir yeniktim, yenilendim. O yüzden belki bu hep “kaybetmiş bir adamın bir hikayesi olarak” devam edecek. Öyle bir yazım vardı.

Kimsenin okumayacağını bilseniz bile yazar mıydınız?

Öyle yazdım aslında. Okunmaz, dedim ve okununca şok oldum. Ölüm, varlık, kimliksizlik, yabancılaşma nerede, günlük siyaset ve futbol maçları nerede… Ben bir kişinin bile okuyacağını düşünmüyordum çağdaşlarımdan. Çok okunan olmak asla istemem ama doğru okuru bulsun isterim. Hep dediğim gibi, bir gün bestseller olursam yanlış anlaşılmışım demektir; terk edin beni. 

Yaptığım birçok yazar söyleşilerinde Türkiye'deki yayın evleri ile yazara değer verilmediği hususunda ilgili çok şikâyet alıyorum. Sizin konuyla ilgili düşünceleriniz nelerdir? 

Efenim bu iş devlette bitiyor. Ben Kültür Bakanı olsam yazar diye gezenlerin yüzde doksanına yasak koyarım. Önce bir bağlaç ayırma testi yaparım. Ayıramayanların lisansını alırım. İşin esprisi ama durum bu. Problem yazamayan ve okumayan “yazarlar” olunca, bunu bir ekonomik fırsata dönüştüren yayınevi çok olur. Önce yazmayı öğrensin yazarlar. Kendi yazdığı romandaki karakterin adını roman sonunda unutuyor, sonunu bağlayamıyor da editöre yazdırıyor, kurguda hata, imlada hata, biz ne yapacağız? Bunlardan tuvalet kâğıdı olur. Herkesin dilinde bir “film gibi roman fikrim var, belki dizisi yapılır” lafı var. Niçin sizce? Buradan bile belli ki yazdıran şey diziler olmuş. Bu iş salt ticari olduğu için, yazamayan yazarlar da olur, yazamayan yazarın kitabına değer vermeyen yayınevleri de. Hep dediğim gibi, basılan kitap kesilen ağaca değmeli. 

Klasik sorularımdandır. Eskiden yazarlar görünmezdi şimdi ki yazarlar şöhretli olma baskısı mı hissediyor?

Efenim dünya çok değişti. Önceki meşhurların isimleri meşhurdu. Bulursanız tek kare bir siyah beyaz pozu mecmuada ya vardı ya yoktu. Şimdi yıldızların hepsi yere indi. Tutup dünyanın en zengin adamına bir sosyal medya hesabından mesaj yazıyorsun, cevap bile alıyorsun. Yere inen yıldızlar yerdekileri yıldız yapamadıysa da sokak lambası filan yaptı. Yani aslında herkesin bir yarı ünlülük hali var ve herkes ulaşılır mesafede. Devlet başkanları bile… Bundan yazarlar da payını aldı şüphesiz. Yazarlar meşhur olmak istiyor mu? Bence evet. Ben ister miyim? Özel yaşantım o kadar sessiz ki bunun bozulmasından korkarım. Kitaplarım alsın başını dünyanın öteki ucuna gitsin ama bu şapkalı esmer adam görünmez olsun hep. Çocukluğum görünmez geçti, görünmez ölmek istiyorum. Şükür ki henüz hala sokakta tanınmıyorum. 

İnsanların çoğu ‘hayatımı yazsam roman olur’ der. Sizce herkes kitap yazabilir mi? Yazmak bir yetenek midir?

Bu cümle hep gülümsetir beni şimdi olduğu gibi. Yazdığın sürece her şey roman olur, sadece senin sıradan hayatın değil. İnsanlar kendi hayatlarını sıra dışı sanıyor. İnanın çoğu hayatta kriz var, acı var, terk ediliş var, aldatılma var, ölüm var, kayıp var, var da var… Bunlar değil romanı roman yapan. Dilidir, formudur. Unutmayın, öz ve formdan müteşekkildir roman. Salt özle ancak ruhlar aleminde ruh olursun. Hani kabuğun? Yazmak mı? Elbette yetenektir. Bunu deyince kızarlar. İlle “emek” filan diyeceksin veya çok acı çekmiş olmalısın kollektif kültürlerde. “Zekiyim” lafı hala bu topraklar için edepsizlik. Biz hep biz olduğumuz için “ben” lafı hep irrite edici olmuş. Yazarlık bal gibi de yetenek işidir. Babadan servetim yok, yegâne sermayem beynim ama bunu bile inkâr etmeni istiyorlar.  

Neden şu an revaçta olan şiir, öykü ve deneme değil de roman yazarlığı?

Bence şiir. Şiir çünkü kolay görünür oysa çok zordur. Sehl-i mümteni diye bir terim vardır edebiyatta. Taklidi kolay görünür ama başına geçince anlarsın. Ha, yazarsın ama bir şeye benzemez. Roman da yazabileni ben görmedim. Eskiler yazmış ve ölmüş. Yazarlar da ölmüş, romanlar da. Yaşayan yazarımız mı var ki? Başına geçilir de yazılamaz. Bunun sebebi Dionisosçu bir şekilde şiir belki yazarsın o Şarap Tanrısı esrimesiyle ama romanda o sarhoş coşkunluğu dengeleyecek bir Apollonculuk gerekir. Yani düşünme, tasarlama, planlama, eleme, eleştirme… Az evvel dediğim gibi işte, yarattığın karakterin saç rengini unutuyorsun. Niçin? O karakter senden taşmış değil ki, öylesine uydurulmuş bir şey. Sen karakterine bir sarıl, içselleştir, birlikte yaşa, seviş, savaş, rüyanda gör bakalım nasıl bir şey yazılıyor? Size yemin ederim, Palyaçonun Listesi yazılırken acı çektim, bir an evvel bitsin istedim. Oradaki miskin, kararsız, korkak adama dönüştüğümü gördüm günbegün. 

Peki, bu yolculukta ne zaman ben artık yazarım diyebildiniz?  Ya da kendinizi "yazar" olarak tanımlıyor musunuz? 

Her yere “yazan” yazarım ben kendim için. Yazar deyince hesap soruyorlar. Sanki isim kalıbının hakkını vermek için imtihana çekilmek zorundaymışsınız gibi. Yaptığım fiil yazmak işte; onun için yazanım ben, yazmaktayım çünkü. “Felsefeci” de öyle mesela. Bunu dersin, sana falanca filozofun doğum tarihini sorarlar. İmtihan biter mi? Ben de “filozofum” diyorum, bu sefer de espriyi anlamıyorlar. Ne desen birilerini rahatsız ediyor devamlı. 

Okumaktan hoşlandığınız Dünya ve Türk edebiyatı yazarları kimler? 

Efenim adı geçti, Peyami Safa en dev adam. Fikirde değilse de dilde Necip Fazıl şüphesiz… Şiirde Nazım derim. Dünyada da Kafka’ya laf ettirmem. Freud’u doğurmuş adamdır Dostoyevski de mesela fakat benim her zaman en dev adamım, canım ağabeyim, ruh ikizim Nietzsche’dir.  

Zamanınızın tamamını yazmak için kullanabilme imkânınız olsa ne kadar verimli olabileceğiniz kanısındasınız? Başka bir deyişle, tek uğraşınızın yazmak olduğunu düşünebiliyor musunuz?

Burası Türkiye ve bu benim için hep imkânsız oldu. Yazmak ve düşünmek benim tutkum, aşkım. Aşkım için ödediğim bedel çok büyük. Çoğu kişi gözünde, elinde şarap, şömine önünde akşama kadar sallanan sandalyesinde oturan birini canlandırıyor. Benim ödediğim bedel sistem dışı olmak. Aracım olmadı, evim de. Sigortam yok, maaşım da. Yola getirecek çocuklarım, tartışacak bir karım yok. Hafta sonu buluştuğum arkadaşlarım da yok, ailem de. Hayatta kalmak için tek motivasyonum yazmak, okumak, düşünmek. Tüm zamanımı tutkuma ayırmayı elbette isterdim ama bu cenneti istemek gibi bir şey olurdu dünyada. Yarım gün yaşayabilmek için tüm gün hayatta kalmak zorundayız ve bunun için en az yarım gün çalışmak zorundayız. Maalesef bunun bilincindeyim.

En çok hangi yazarları okuyorsunuz? Kimlerden etkileniyorsunuz? Hangi tür kitapları okumaktan hoşlanıyorsunuz? (Kitap seçerken belirli bir tarzınız var mı? Kişinin bir tarzı olmalı mı? Yoksa her türden kitabı okumak mı gerekir?)

Ben edebiyat yazarım ama felsefe okurum. Bence daldan dala sıçramak doğru değil. Üç beş kitap bir konu üzerine gittikten sonra diğer kitaplara geçilmeli. Bir onu bir bunu okuyorsun, sonra da bir şey hatırlamıyorsun. Kitaplar da tertemiz kalmamalı okunduktan sonra. Buradan biri geçti, demeliler. Onlarla konuşmalı, savaşmalı, sevişmelisin. Bu yüzden benim okuduğum kitapları çok ister dostlarım. Çok karalama yaparım, anı gibi saklamak isterler.

Dünya edebiyatı ile ilginiz nasıl?

Hep dediğim gibi, ölmemiş yazarı okumuyorum. Yani günceli takip etmiyorum ama dev yazarlar var ve bitmeyecek kadar çok metin var. Sıraya dizildi hepsi de benim okumamı bekliyor. Bakalım ömür yetecek mi?

Ben de yazmak istiyorum diyen genç yazarlara tavsiyeler desem? 

İki şeyi çok yapsınlar, hayır üç. İlki deliler gibi okumak. Günün en az iki üç saati kitap başında geçmiyorsa yazmaya hiç kalkışmasınlar. Okumayı bir türlü sevemiyorlarsa, yazar olmak dışında bir sürü güzel şey var hayatta, onları yapsınlar… İkincisi düzenli olarak yazı yazsınlar, ne olursa. Üçüncüsü, çıkıp yaşasınlar. Sevsinler, sevilsinler, aldatılsınlar, terk etsinler, ne bileyim, hapse girsinler, sahilde çıplak koşsunlar… Bence bizim hata yapmaya ihtiyacımız var. Özellikle gençlerin. Çok az hata yapıyoruz, çok günahsızız. Ve nihayetinde… Yazdıktan sonra da tüm dünyanın kitapları hakkında konuşmasını filan beklemesinler. Genelde çoğu yeni kitap on kişi tarafından okunur. 

Son olarak, gündemde ısrarla kalmaya devam eden bir türlü bitmek bilmeyen çocuk istismarları, kadın cinayetleri ve hayvana şiddet hususunda neler söylemek istersiniz?

Ne söylemek isterim, diye düşünürken Çürüme çıktı aslında. Dediğim gibi, Çürüme bahsettiğiniz toplumsal çürüme hakkında bir roman. Bu konuda konuşurum ama sert konuşurum. Kimse kusura bakmasın, bizler primatız. Bu hayvan yanlarımız hala törpülenmiş değil. Kadın cinayeti ve hatta genel başlıkla cinayet, bizim vahşi yanımızla ilgili. Güya yazıyı icat ettik, uzaya gittik, teknolojiyi bu noktaya getirdik öyle mi? Unutmayın bunu bazılarımız yaptı. İnsanların çoğu hayvanlardan hallicedir. Çoğu işaret dili bilen goril çoğu insandan zekidir. Bunu çok basit, kuyruk beklerken arkandakinin davranışlarında görürsün, benim kötü kitap basılırken kesildiği için bile kıyamadığım ağaçları yakanlarda görürsün, sokakta görürsün, üçüncü sayfa haberlerinde görürsün ve cesaretin varsa aynada görürüsün. İnsan uygarlaşmış bir tür değil henüz. Evrimin çok geri basamaklarındayız. Daha çok yolumuz var. Bu yol ancak okuyarak, düşünerek, yazarak kısalır ve okurumuza, yazarımıza sahip çıkarak hızlanır. 

Eğer siz sormasaydınız ben soracaktım, dediğiniz bir sorunuz var mı? Son sözü size bırakıyorum… Teşekkürler. 

Ben teşekkür ediyorum. Benim için keyifli bir söyleşi oldu. Dediğim gibi, derin dilim Türkçe ve sevgilim felsefe bana bu romanları yazdırıyor, bu lafları ettiriyor. Bundan on yıllar sonra belki -o günleri görürsek- bugünleri gülümseyerek anımsıyor olacağız çünkü o zaman birbirimizle kavga etmeyi, cinayet işlemeyi, kadın katletmeyi bırakmış yazıyor, çiziyor, okuyor olacağız. Mesellerimizi tekfir ederek, hain ilan ederek, aforoz ederek değil, tartışarak, konuşarak çözüyor olacağız. İşte o günler geldiğinde “iyi ki inanmışız da bırakmamışız” diyeceğiz. Uygar günlere…

Yolunuz Açık, yürek sesiniz daim, kaleminiz kavi olsun Sayın Emre Bey.