RÖPORTAJ: GİZEM YILDIZ



Ferda, bu hayatta herkesin olmak istediği hem de kaderin cilvesi olan Alzheimer ile sınandığı bir hayatın sahibi. Ferda’yı okuduktan sonra bir anne olarak, bir evlat olarak, bir dost olarak... O kadar farklı açılardan onun hayatına eğileceksiniz ki, roman bitip, kitabın son sayfasını çevirdiğiniz zaman, yıllardır hayatınızda Ferda’yla yaşadığınızı hissetmiş olacaksınız. Şimdi biraz da Ferda’yı, yazarımız Ebru Cündübeyoğlu’ndan dinleyelim...



* Anne olunca iki şey yaparsın; birincisi annenden görmediğin, eksikliğini hissettiğin ne varsa çocuğuna vermeye çalışırsın. İkincisi annenden ne gördüysen aynısını yaparsın.



* Sanırım Alzheimer’ı Einstein çözmüştü “Geçmiş, şimdiki zaman ve gelecek arasındaki fark, sadece bir illüzyondan ibarettir.” dediği buydu.



* Sözler de biraz kuşlar gibidir; uçmak ister. Göğüs kafesinde sıkıştıkça, kanatları körelir. Uçamadığından kalbinde kuluçkaya yatarsa, aldığın nefesler ciğerinde yer bulamaz olur.



Merhaba Ebru Hanım, çok kısa bir zaman önce okurlarınızla buluşturduğunuz “Ferda” isimli romanınızın etkileyici, sarsıcı bir konusu var. İlk romanınız değil mi?



- İlk romanım. 2005 senesinde “Aşılı Kolum” adında bir şiir kitabım var.



- Şiirden sonra bir roman yazmak?



- Roman zaten hep yazmak istediğim bir türdü. Kısmet bu zamanaymış. Asıl bir şiir kitabı çıkartmaya hiç niyetim yoktu. O dönem eşim şiirden çok hoşlanıyordu. Onunla paylaşmıştım. Eşim, Güçlü Mete, benden daha çok sever şiiri.



- Ona mı ithaf ettiniz?



- Hayır. O şiir sevdiği için “Benim de böyle yazdığım şiirlerim var” diye, ona gösterdim. Sonra o çok beğendi. Sunay Akın’la paylaşmak istedi. Sunay Abi gördükten sonra “Mutlaka bunun kitap haline gelmesi şart” dedi, beni zorladılar ve şiir kitabım öyle çıktı. Yoksa herhangi bir şiir kitabı çıkartma hevesim yoktu. Yoksa kendime saklıyordum. Şiir bana çok özel, sanki sadece insanın kendisine özel geliyor, ama roman hep yapmak istediğim bir şeydi.



Peki, kitabın adı neden Ferda?



- Çünkü karakterimin adı Ferda. Ferda, 70 yaşlarında bir felsefe profesörü, kendi ayakları üzerinde duran, çevresinde çok sevilen, çok tatlı bir kadın ve o kadın Alzheimer oluyor. Alzheimer olduktan sonra kendi hayatıyla ilgili bir takım kararlar almaya çalışıyor, kendine göre düzen kurmaya çalışıyor Ferda, isim anlamı olarak da gelecek demek. Seçilmiş, özel bir isim.





Romanınızı okuduğum zaman dikkatimi çeken şeylerden biri de, içerisinde önsöz bulunmaması. Özel bir nedeni var mı?



- Romanların önsözü olduğunu düşünmüyorum. Açıkçası benim hiç dikkatimi çekmedi.



Günümüzde romanların bile sürekli aynı döngü içerisinde kısırlaştığı bir üretimin içerisindeyiz. Sizinki farklı, bambaşka bir dünyanın romanı... Özellikle Alzheimer seçilmiş. Bir kanser, kalp hastalığı veya başka bir hastalık değil de, Alzheimer. Ferda’yı Alzheimer yapmanızın bir yaşanmışlıkla ilgisi var mı?



- Herhangi bir yaşanmışlık ve çevremde deneyimlediğim, gördüğüm bir şey değildi. Sadece Alzheimer, anlatmak istediğim hikayeye hizmet eden bir hastalıktı. O sebeple seçtim.



Bir anda tasarladığınız bir roman olmamış Ferda. Bir okul bitirir gibi 5 yıl gibi bir araştırma süreniz geçmiş.



- Evet, 4 buçuk yıllık bir araştırma süresi geçen bir ürün.



Ferda’nın konusu aklınıza ilk ne zaman düştü?



- Zaten beyin ve beyin sistemleri benim özel ilgi alanlarıma giriyordu. Disleksi’de o zamanlardan kalma bir şey. Çok araştırdığım, bildiğim konulardı ve bir film senaryosu yazmam gerektiğinde, tabi ki kendime bu konuyu seçtim. Farklı bir kurguyla anlatmak istedim. Gerçekten Dünya Sinemasında, pek çok roman hikayesi olarak Alzheimer konu edilmiştir. Pek çok filmin hikayenin konusu olmuş. Benim romanımda farklı olarak, olmuşlardan değil, daha farklı bir tarafından tutmaya çalışıyorsunuz. Benim de burada yakaladığım fark ve sanırım diğerlerine göre onu daha fazla, farklı bir yere götüren mevzu şu; Alzheimer olmuş bir kişinin gözünden anlatıyorum ben. Bugüne kadar ki zamanda, pek çok hikaye ve film Alzheimer olmuş kişinin yakınlarının anlattığı, ikinci şahıslardan anlatılan şeylerdi. Zaten onlar yaşıyorlar, kaybı onlar görüyorlar, sevdiklerinin nasıl elden gittiğine onlar şahit oluyorlar, zorluğunu onlar çekiyorlar. Ben bunu tam tersine çevirip, olmuş kişinin kendi gözünden anlatımıyla yazdım.





Peki, Ferda karakterinizle ortak bir bağlantı, benlik olarak, kişisel bir benzerliğiniz var mı?



- Tabi ki var. Yazarken bazı şeyler çok kendimden, ama bazı şeyler de hiç kendimden değil. Zaten yazarken öyle oluyor, ya size yakın şeyler ya da size çok uzak şeyler. Bu romanı yazarken sürekli bu iki uçta gidip geldim. Zaten birebir benden olması imkansız.



- Kendinizden kattığınız, ortak noktalar neler?



- Sanırım kontrolcülüğü ve plan yaparak ilerlemesi bana benziyor. Ben şimdilerde biraz uzaklaştım. Daha öncelerde daha fazla kontrol yaparak, planlayarak yaşadığım bir hayatım vardı. Ben seneler içerisinde, yaş aldıkça bunu törpülemeyi başardım.



Kitabın başında anneanneme ithaf edilmiştir diye bir yazı okudum.



- Evet, ona ithaf ederek yazdım.



- Çok seviyorsunuz anneannenizi o zaman



- Evet, anneannemi çok seviyorum. Geçen sene kaybettim. Bu kitabı da onun ardından, ona ithaf etmek istedim.



- Başınız sağ olsun.



- Çok teşekkür ederim.



Ferda, Alzheimer olduktan sonra iç hesaplaşmasındaki sorgulamada, en çok hangisi ağır basıyor? Hayatı mı, hastalığı mı, geleceği ile ilgili kaygıları mı?



- Ferda, her zaman hayatın iplerini sıkı sıkı elinde tutmak isteyen biri ve bunun üzerine her şey kurgulamış. A planı var, B planı var, istediği gibi hayatını şekillendirebiliyor. Ferda, hayata insanın kendisinin yön verebileceğini anlatan bir kitap. Aslında çok da yanlış değil. Beynimizle, kurduğumuz sistemle, düşüncelerimizle, sevdiklerimizle, var oluşumuzla aslında biz kendi hayatımızı ve çizgilerimizi kendimiz çiziyor. Hayat bazen bizi çekiştiriyor, ama hep mücadele halindeyiz. O yüzden hayatın bir cilvesi olarak bu hastalık karşısına çıkıyor. Artık o ipler onun elinden alınıyor. Hayatı devam edecek, ama ipleri elinde olmayacak. Bu da sorgulanması gereken bir şey...



Kimilerimiz unutmaktan korkar, kimilerimiz hatırlamaktan. Siz?



- Valla, ben unutmaktan korkarım. Hayatımda güzel şeyler biriktirdiğim için daha çok unutmaktan korkarım.



Bu hastalığı araştırırken, bu tür hastalığı geçiren kişilerin yakınlarından hastalığı dinlerken, kendi içinizde bir korku oluştu mu?



- Hiç “Başıma gelir mi” diye, düşünmedim. Açıkçası beni ürkütmedi, ama hep anlamaya çalıştım. “Başıma gelir mi?” sorusunun heyecanını yaşamaktansa “Neler hissediliyor? Neler oluyor?” onları kafamda oluşturmaya çalıştım.



Ferda’nın geçtiği yol üzerinden, Ebru Cündübeyoğlu geçiyor olsaydı, o da kızına yük olmaktan korkar, kızına yabancılaşmaktansa ondan kaçmayı tercih eder miydi?



- Çok zor bir soru (gülerek). Kızıma yük olmak istemem. Hayatımda kimseye yük olmak istemem, ama tabi hayatın size ne getireceğini de bilmiyorsunuz. Ben yük olmayı istemezken, kızım bunu isteyebilir. Herkesin kendi doğrusu vardır. Herkes kendi doğrusunu kafasında yaratıyor. Benim doğrumla, sizin doğrunuz uzlaşmıyor. Benim şuan ki doğrum, çocuğuma yük olmak istemem.





Anne olmadan önce bu romanı yazsaydınız Ferda’nın hikayesi bambaşka olur muydu?



- Zannediyorum evet (gülerek). Yani, bu derece anne-kız ilişkisini doğurabilir miydim, çıkarabilir miydim? – emin değilim. Bence anne olduktan sonra yazılabilecek bir romandı.



Kitabın içerisinde okurken etkilendiğim bir söz daha vardı “ Anne olunca iki şey yaparsın: 1. Annenden görmediğin eksikliği çocuğuna vermeye çalışırsın ya da annenden ne gördüysen çocuğuna da aynısını yaşatırsın” Siz hangi seçeneğin içine girersiniz?



- Bence hepimiz bu iki seçeneği kullanıyoruz. Bir, annelerinden gördükleri şeyleri çocuklarına yapmak istemiyorlar. Bu babalar içinde geçerli olabilir. Bir de, tamamıyla annelerinden ne gördülerse onu yapıyorlar. Ben şahsına münhasır bir anne olduğumu düşünüyorum, ama zaman zaman annemden gördüğüm şeyleri, annemden duyduğum sözleri kullanırken kendimi buluyorum. Bazen bir anne olursunuz, birkaç çocuğunuz vardır, ama hepsiyle ayrı ayrı diyalogunuz, ayrı ayrı anneliğiniz vardır. Nasıl bir anne olduğunu biraz da çocuğun belirliyor.



Bir okur olarak Ferda’yı okuduğunuzda etkilendiğiniz kısım, tekrar tekrar okuma hissi bırakan bölüm hangisi oldu?



- Evet, var. Özellikle finale doğru olan kısımlar beni çok etkiledi ve ben de bir okur olarak ağladım. Yazarken de ağladım, okurken de ağladım. Editörüm de aynı şekilde benimle ağladı. Okurlarımdan da çoğunlukla böyle cevaplar alıyorum. Hissi kalpler vuku. Karşılıklı hislerimiz.



- Bir yazar olarak son cümleyi gözyaşıyla kapattınız...



- Üzüldüm de... Ferda’ya yazarken o kadar alışmıştım ki, bitirdikten sonra büyük bir boşluk hissettim. Sanki tanıdığım birisiyle vedalaşıyormuşum hissini yaşattı bana. Zaten arzu ettiğim şey de buydu; herkesin onu tanıması, onu sevmesi, onun içine girmesi ve içine girdikten sonra yaşadıklarını hissetmesi. Sanırım bunu sağladım.



Sizi birçok hayranınız oyuncu olarak tanıdı. Sonrasında yazar, şarkıcı olarak sanatın birçok türünde yapıtlar verdiniz.



- Ben ona şarkıcılık demiyorum, çünkü ben şarkıcılık yapmıyorum. Şarkı söylemeyi seviyorum ve bir oyuncunun şarkı söylemesini son derece olağan buluyorum. Bunu değerlendirip bir albüm, birkaç tane de şarkı söyledim, ama şarkıcı değilim. Hobi olarak söylemek daha tercih ederim.



- Şarkıcılığı hiç düşünmediniz mi?



- Yok, hayır. Belki ileride yine bir oyunla veya özel bir gösteride olabilir. Şarkı söylemek hepimize ait bir şey, kimsenin sınırlandırabileceği bir şey değil. Bol bol hayatımızda şarkı olsun. Şarkı söyleyelim, dinleyelim. Müzik çok güzel bir şey, hayatımızda daha çok, daha dolu dolu olması gereken bir şey, ama müzikle ilgilendim diye, kendime böyle bir titri atfetmiyorum.



- Yazarlık, oyunculuk yaptığınız yıllarda kafanızda var mıydı?



- Hep. Ben oyuncu olmadan önce de hep yazıyordum. Kalem benim yeni sarıldığım bir şey değil, ben kalemi hiç bırakmadım. Sadece okurlarımla buluşmuş oldu.



Ferda’dan sonra böyle etkileyici bir hikaye daha var mı?



- Var. İkinciye başlayacağım.



- 2020’de mi göreceğiz (gülerek)?



- (Gülerek) inşallah bu o kadar uzun sürmeyecek.



- O kitabınızın da çarpıcı bir konusu mu olacak?



- Evet, kafamda uzun zamandır düşündüğüm bir hikayem vardı. Şimdi sıra sanırım ona geldi.



- Onun çalışma süresi de Ferda gibi uzun sürecek mi?



- Hayır bu o kadar uzun değil, çünkü Ferda’nın içerisinde bir hastalık vardı, pek çok irdelenecek konu vardı. Kadın karakter benden yaşça büyük bir karakteri anlatıyordu. Onun çevresi, yaşı, yaşadığı yılları öğrenmek, anlatmak pek çok araştırma gerektiren, zorlu bir süreçti.



Biraz da şuan Hakan Yılmaz ile sahnelediğiniz “Ölün Bizi Ayırana Dek” oyununuzla ilgili konuşmak isterim. Komedi ağırlıklı bir konusu var değil mi?



- Evet, komedi. Çok eğlenceli bir hikayesi var. Konsepti Pucca’ya ait. Pucca bize dedi ki “Hep karı koca ilişkileri, hep sıradan sıradan ilişkiler yazılıyor. Biraz farklı olsun. Bir uyansınlar, yanlarında ceset olsun mesela” bunu diyerek bu işin startını verdi. Ondan sonra yazar grup ekibiyle oturduk, hepimiz bir ucundan tuttuk, oyunumuzu çıkarttık. Çok da eğlenceli bir oyun oldu. Boşanmak üzere olan bir çift, uyanıyorlar ve yanlarında bir cesetle uyanıyorlar.



İkili bir ilişkiyi de ele alıyor anladığım kadarıyla. Oyun süresince romantizm de izleyecek mi seyircileriniz?



- Tabi, karı-koca ilişkisi aslında. Bu arada bir tarz şeyler yaşanıyor. Bu ceset üzerinden kendi ayrılıklarını, neler yaşadıklarını, neler yaşayamadıklarını şöyle bir gözden geçiriyorlar. Bir günün içinde pek çok şeyi çözüyorlar.



Hakan Yılmaz ile daha önceki yıllarda da, Yalancı Romantik adlı Tv dizisinde rol almıştınız. Şuan birlikte oyun sahneliyorsunuz. Duyduğum kadarıyla bir sinema filmi senaryosu içinde birlikte çalışıyor muşsunuz?



- Öyle de bir niyetimiz var. Tiyatroyu çok arzu ediyorduk, çünkü çok uzun seneler olmuştu. İnşallah sinema için bu kadar beklemeyeceğiz.



- Yine komedi ağırlıklı mı?



- Ever, ikimiz bir araya gelince başka bir şey düşünülemez.



Madem bir senaryo yazım sürecindesiniz. Bir roman yazarı da olarak ikisinin matematiği farklı mı?



- Ben, en son Ferda’yı bir film senaryosundan romana çevirdim. Genelde romanlar senaryolaştırılır, fakat Ferda senaryo halindeydi, onu romanlaştırdım. Benim için çok daha keyifli oldu, çünkü yazmayı, kelimelerle oynamayı, dans etmeyi seven bir kadın olduğum için kelimelerle duyguları çok daha derinlemesine ve çok daha coşturarak anlatma imkânım olduğu için beni çok daha tatmin etti. Sinema da çok başka bir şey. Onu yazıyorsunuz, ama yönetmenle daha başka yerlere evriliyor.



- Peki Ferda’yı ileride senaryosunu izleyecek miyiz?



- Zaten senaryosu hazır, ileride çekebiliriz, neden olmasın...



Oynadığınız yapımların sıkı bir takipçisi olarak, sizi hep akıllarda kalıcı kalabilecek rollerin içerisinde izledim. Proje konusunda seçici misinizdir?



- Çok seçiciyimdir. O yüzden şuan beni televizyon göremiyorsunuz (gülerek). Beni heyecanlandırmadan bir projenin içerisinde var olamıyorum. Çocuksu ruhumu kaybetmedim. Çok fazla profesyonel hesaplar yapamıyorum. Gönlüme ateşi düşmeyen hiçbir rolü kabul etmiyorum. Rolün beni cezp etmesi gerekiyor. Açıkçası şu sıralarda beni cezp edici bir projeyle karşılaşmadım.



- O zaman önümüzdeki günlerde sizi televizyonda göremeyeceğiz?



- Biraz zor. İnşallah beyazperde.



Bu yoğun tempo içerisinde bana zaman ayırdığınız için teşekkür ederim. Benim sormayı unuttuğum, sizin söylemek istediğiniz bir şey var mı?



- Çok teşekkür ederim.

Editör: TE Bilisim