ÇEKİCİ DUDAKLAR HAYAL DEĞİL



         Yüz ifadesinde büyük etkiye sahip olan dudakların, tarih boyunca değişen güzellik algılarına inat her dönemde dolgun ve renkli tarif edilerek güzelliğin oluşmasında önemli etkisi vardır. Özellikle kadınların özgüvenli bir şekilde kendini ifade etmesinde rolü büyüktür. Doğuştan veya yıllar geçtikçe incelen, sarkan, rengi solan, kıvrımlarını kaybeden dudakların cerrahi ya da ameliyatsız tekniklerle canlı bir görünüme kavuşması gelişen teknoloji ile oldukça kolaylaşmıştır.



          İnce ve hacmini kaybetmiş dudaklar yaklaşık 10 dakika süren dolgu işlemi ile dolgun ve diri bir görünüme kavuşturulabilir. Hyaluranic asit içeren bu maddelerin vücuda herhangi bir zararı yoktur. Zaten insan vücudunda var olan doğal bir maddedir ve etkisi ortalama 1 yıl kadar sürer. Yapıldığı anda sonucu hemen görebilirsiniz. Üst dudağın içe kıvrılmış gibi göründüğü durumlarda iple asma veya martı kanadı teknikleri ile dudağa dışa doğru hacim verilir ve bazen de bu işlemler dolgu veya yağ enjeksiyonu ile birleştirilerek dudak-burun açısının düzeltilmesi ile yüz ifadesi tamamlanır. Özellikle sigara içenlerde daha fazla görülen dudak üzerindeki ince kırışıklıklar da dudak hacimli olsa dahi kişiye yaşlı ifadesi verebilir. İnce dolgular bu kırışıklıklar için kullanılarak kişiye yeniden genç bir görünüm kazandırmayı hedefler. Bazı durumlarda dudak dolgunluğu yeterli olsa da renksiz görünüm veya hatlarının kaybolması nedeniyle ifadeyi etkilemektedir. Bu gibi durumlarda kalıcı makyaj ile dudak doğalına uygun olarak renklendirilip dış hatları belirginleştirir. Dış kontürü belirginleştirilip renklenen dudaklar kişiye genç bir görünüm sağlar.



    Dudak estetiği uygulamalarındaki temel amaç dudağın anatomik özelliklerine bağlı kalarak yapay olmayan bir görüntüye kavuşturmaktır. Çok fazla doldurulmuş, dudağın her bölümünün şiştiği, yandan ördek gagası görünümüne kavuşmuş dudaklar kimseye çekici gelmediği gibi itici bir ifade sağlar. Bu nedenle dudak estetiği mutlaka işin uzmanı olanlar tarafından yapılmalıdır.





KADINLARIN YÜZDE 41’İ ERKEKLERİN İSE YÜZDE 20,5’İ OBEZİTE İLE SAVAŞIYOR!



Türkiye, Dünya Sağlık Örgütü’nün 2018 verilerine göre, Avrupa’da obezitenin en fazla görüldüğü ülkedir...



Dünya sıralamasında ise 27. Sıradadır: T.C Sağlık Bakanlığına göre Türkiye’deki kadınların yüzde 41’i erkeklerin ise yüzde 20,5’i obezdir.



Şişli Florence Nightingale Hastanesi’nden genel cerrahi uzmanı, Doç. Dr. Köksal Bilgen



Ülkemizde obezitenin 12 yılda kadınlarda %34 erkeklerde ise %107 oranında artığına dikkat çekiyor…



Genel anlamda Obezitenin oluşmasında ; aşırı ve yanlış beslenme alışkanlıkları, yetersiz fiziksel aktivite, hormonal ve metabolik etmenler, sık kullanılan bazı ilaçlar gibi  risk faktörleri vardır.



Türkiye’de dünya ortalamasının 5 katı ekmek tüketilmektedir. Türk insanı gıda ihtiyacının yarısını ekmekten karşılamaktadır.



Türkiyede tüketilen ekmeklerin çoğunda rüşeym ve kepeği alınmış buğday unu kullanılmaktadır. Buğday ununun asıl besleyici ögeleri rüşeym ve kepektir. Ayrıca ekmekte sağlıya zararlı katkı maddeleri vardır..



Gıda uzmanları Türkiyede obezitenin en önemli  nedeninin  bu sağlıksız ekmeğin aşırı tüketimine bağlı olduğunu söylüyorlar.



Yanlış besleniyoruz!



Yemek yerken başka aktiviteler ile meşgul olunması, fast-food tarzı enerji yoğunluğu yüksek besinlerin çok tüketilmesi, günlük su tüketiminin az olması, su yerine yüksek enerjili içeceklerin tercih edilmesi  gibi yanlış beslenme alışkanlıkları da Türkiyede obezite oranının yüksek olmasının sebebidir.



Obezite, günümüzde epidemik hale gelmiş global bir sağlık problemidir: Kozmetik ve sosyal hayatı etkileyen bir sorun olmaktan öte, tip 2 diyabet, hipertansiyon, dislipidemi, koroner arter hastalıkları, eklem rahatsızlıkları ve uyku apne sendromu gibi ek hastalıklara da neden olarak hem yaşam süresini anlamlı derecede kısaltır, hem de tedavi maliyetlerini artırır.



Öte yandan kansere bağlı ölümler ve kanser oranlarında artış da obeziteye paraleldir. Özellikle erkeklerde kolon kanseri, kadınlarda da meme kanseri görülme oranları obez bireylerde anlamlı derecede fazladır.



Kimler obez?



BKİ(beden kitle indeksi), kilogram olarak vücut ağırlığının, metre cinsinden boy uzunluğunun karesine bölünmesiyle hesaplanır (kg/m2)



Beden kitle indeksine göre (BKİ- kg/m2) obezite sınıflaması



Morbid obezite



Obezitenin tanımlaması BKİ’si 35 kg/m2’nin üstünde olup sistemik hastalığı olan veya direk BKİ’i 40 kg/m2’in üzerinde olan bireylerdir. Ülkemizde var olan morbid obezlerin ancak 1/1000’i tedavi edilebilmektedir.



Günümüzde en sık kullanılan en etkin obezite operasyonu tüp mide ameliyatı ve gastrik by pass operasyonudur.



Obezite cerrahisi sonrası ölüm oranı %0,25-%0,6,kaçak oranı %1,4,kanama %1,7 dir.



Obezite cerrahisi her genel cerrahi uzmanı ve her merkezde yapılamaz!



Cerrahın özellikle obezite ve metabolizma cerrahisi alanında deneyim kazanmış olması zorunludur. Bu cerrahi, genel cerrahi uzmanlık eğitimini tamamlamış, laparoskopik uygulamalar konusunda (özellikle gastrointestinal cerrahi alanında ileri laparoskopik teknikler) teorik ve pratik eğitim görmüş ve bunu belgeleyebilen, laparoskopik obezite cerrahisi yapılan bir merkezde eğitim almış ya da halen böyle bir merkezde çalışan genel cerrahi uzmanları tarafından uygulanmalıdır.





SAĞLIKLI TATİL İÇİN DOKTOR KONTROLÜ ŞART!



Okulların kapanması ve sıcak havaların kendisini iyiden iyiye hissettirdiği bu günlerde tatil planlarınız varsa dikkat! Seyahat rotanızı belirlerken otel, ulaşım gibi detayları araştırırken gideceğiniz ülkede karşılaşabileceğiniz sağlık risklerini de kontrol edin!



Gezi yapmayı seven seyyahlara, tatil öncesi mutlaka seyahat hekimliğine başvurup hastalıklara karşı önleminizi alın diyen Türkiye İş Bankası iştiraki Bayındır Kavaklıdere Hastanesi Enfeksiyon Hastalıkları ve Klinik Mikrobiyoloji Uzmanı Prof. Dr. Levent Doğancı; gezginlerin el kitabında bulunacak şu altın önerileri verdi:




  • Yaz aylarının gelmesi ile birlikte daha sıklaşan seyahatlerde yurtiçi ya da yurtdışı başka bölgelere gidildiğinde değişen çevre ve yaşam koşullarına bağlı olarak ortaya çıkması muhtemel hastalıklara seyahat ilişkili hastalıklar deniliyor. Bunların başında çeşitli tropikal enfeksiyonlar, travma, güneş ve ısı çarpmaları ile zehirli hayvan ısırık ve sokmaları geliyor. Mikrobik hastalıklardan ise en sık olarak mide-bağırsak sistemini tutan gastroenteritler (mide ve bağırsak enfeksiyonları), idrar ve solunum yolları enfeksiyonları, deriyi tutan enfeksiyonlar ile cinsel yolla bulaşan enfeksiyonlar sıklıkla gözleniyor.




  • Sağlam olarak tatile ya da iş seyahatine çıkmak, sağlıklı olarak tatili-iş seyehatini geçirmek ve dönüşte ise potansiyel olarak risk yaratabilecek enfeksiyonlardan olabildiğince korunmak en çok dikkat edilmesi gereken hususları oluşturuyor. Sağlıklı bir tatil yapılmasını, hastalanmadan ruh ve beden sağlığına olumlu katkılarla işe ve günlük yaşama dönülmesini sağlamak hekimliğinin en önemli görevi... Bu görev hekim ile tatilini sağlıklı olarak bitirmek isteyen kişi arasında iyi bir eşgüdümün sağlanmasını gerektiriyor.



ÇOCUKLU SEYAHATİ MUTLAKA DOKTORUNUZA DANIŞIN




  • Turizm ve seyahat gittikçe artan bir oranda sağlık sorunlarının kaynağı oluyor. Buna paralel olarak seyahat hekimliği alanı da genişleyerek, gezginlerin güvenli bir şekilde seyahat etmesine olanak tanıyor. Çocuklarla seyahat edecek kişilerin de pediatri uzmanları ile görüşerek seyahate çıkmaları, güneş ve sıcak çarpması açısından çok dikkatli olmaları; travma ve kazalara karşı çocukların yakından izlenmesi öneriliyor



GİDECEĞİNİZ ÜLKENİN AŞI ZORUNLULUĞUNU KONTROL EDİN




  • Bazı ülkelere seyahat etmeden uygun bir süre önce çeşitli hastalıklara karşı aşı olunması gerekiyor. Bu ülkeler resmi bir aşı sertifikası olmayan ziyaretçilere giriş izni vermiyor ve bu kişileri sınır dışı ediyor. Örneğin Suudi Arabistan, hac ve umre ziyaretleri için giriş yapmak isteyenlerden epidemik menenjit aşısını belgelemelerini istiyor. Bazı Orta Afrika ülkeleri ve Güney Amerika tropik ülkeleri de sarıhumma aşısının resmi uluslararası aşı belgesini sınır girişlerinde soruyor. Bu aşıların tam bir koruyuculuk sağlamaları için de haftalar öncesinde uygulanmış olması önem taşıyor. Uçağın kapısında yapılacak bir aşılama aktivitesinin sadece idari problemi çözeceği ancak tıbbi olarak bir koruma sağlayamayacağı unutulmamalı. 



 



SEYAHAT ÇANTASINA İLAÇLARINI ALMAYI İHMAL ETMEYİN




  • Tatillerde en sık rastlanan sıkıntılardan biri olan ishal (diare) insanların normal bağırsak florasının bozulmasına bağlı olarak meydana gelebiliyor ve buna turist ishali deniliyor. Ayrıca hijyen düzeyi iyi olmayan ülke ve bölgelerde sindirim sistemine yerleşen patojen mikroplar nedeniyle de ishal yaşanabiliyor. Seyahat ederken mutlaka yanınıza doktorunuzda görüşerek uygun antibiyotikleri bulundurmanız gerekir. İhtiyaç durumunda ise doktorunuza danışarak kullanın.





DİYET YAPARKEN KARBONHİDRATLAR KESİLMELİ Mİ ?



Diyetisyen Salih Gürel konu hakkında bilgiler verdi.



Diyetisyenlerin uyarılarına rağmen birçok kişi kulaktan dolma bilgilerle zayıflamaya çalışıyor ve ne yazık ki bunun için karbonhidratı hayatından çıkarması gerektiğine inanıyor. Karbonhidratı hayatından çıkarmasıyla birlikte  kilo verdiğini görünce yaptığının doğru olduğunu hatta bunun bilimsel bir gerçek olduğunu iddia ediyor. Oysa vücudundan atılan su kütlesi sebebiyle ilk zamanlarda kilo kaybetmesi oldukça normal olduğu halde zayıfladığını düşünerek büyük bir yanılgıya düşüyor.



Çünkü; ilk etapta kaybettiği vücut ağırlığının büyük kısmı sudan ibaret oluyor. Karbonhidratlar vücuda girdiğinde, su yoğunluğu azalırsa diye hücrelerinde bekletilen su, karbonhidratları kestiğinde artık ihtiyacı olmadığı için hücrelerinden atılıyor ve çeşitli yollarla vücudundan dışarı çıkıyor.



Böylelikle vücudundan yağ kaybı yerine su kaybetmiş oluyor. Bir süre sonra artık zayıfladığına inanması ve  diyeti bitirmeye karar vermesiyle birlikte verdiği kiloları fazlasıyla yine hızlı bir şekilde geri alıyor .



Tabi bu kadarla da sınırlı değil bunun bir de sağlık boyutu var . Uzun dönemli karbonhidrat kısıtlamasının vücut ağırlığı kaybında diğer beslenme biçimlerinden daha etkin sonuçlar verebileceği gösterilmediği gibi aslında sağlık üzerinde olumsuz etkilere zemin hazırladığı görülmüştür.



Yetişkin beyni günlük 140 gram glikoza ihtiyaç duyar. Yeteri kadar karbonhidrat almadığınızda vücudunuza giren glikoz miktarı sınırlanmış olur ve beyin fonksiyonlarınızın normal seyrinde çalışmaya devam etmesi kısıtlanır. Bu sebeple karbonhidratları kestiğiniz zaman karbonhidratların yokluğunda vücut enerji için yağ hücrelerini parçalar. Yağların enerji olarak yakılması sonucunda ortaya çıkan keton cisimcikleri ilk önce kanda görülür , miktarları arttıkça idrara geçmeye başlar .Enerji kaybına ve keton birikimine bağlı olarak, düşük karbonhidratlı diyetler mide bulantısı, baş ağrıları, nefes alıp vermede zorlanma , baş dönmesi, halsizlik, ağız kokusu, sık aralıklarla idrara çıkma  ve sıvı kaybı gibi belirtilerle birlikte vücuttaki hassas kimyayı bozar ve tehlikeli bir durum olan diyabetik ketoasidoza neden olur.





Yaz aylarında en iyi dostunuz



Alüminyum tuzları ve alkol içermeyen Sensibio Freshness Deodorant, terlemenin neden olduğu rahatsız edici kokunu nötralize etmeye yardımcı oluyor.



Bioderma’nın hassas ciltler dahil tüm cilt tipleri için geliştirdiği Sensibio Freshness Deodorant, sıcak havaların kendini göstermesiyle çantaların vazgeçilmez ürünü oluyor.



Roll-on formdaki ürün, alüminyum tuzu içermiyor ve alkolsüz formülüyle cildi yakmıyor.



 

 

27 HAZİRAN “DÜNYA MİKROBİYOM GÜNÜ”



DOĞAL OLANDAN UZAKLAŞTIKÇA HASTALIKLAR ARTIYOR





Prof. Dr. Dinleyici: “Mikrobiyotanın bozulmasının kanser, allerjik hastalıklar, parkinson hastalığı obezite, diyabet, depresyon gibi birçok hastalıkta payı var.”



HEDEF SAĞLIKLI MİKROBİYOTA



Mikrobiyotanın 2010 yılından itibaren önce bilim dünyasının daha sonrasında ise toplumun ve medyanın gündemine girdiğini belirten, Eskişehir Osmangazi Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim Dalı Öğretim Üyesi, aynı zamanda Pediatrik Probiyotik, Prebiyotik ve Mikrobiyota Derneği Başkanı Prof. Dr. Ener Çağrı Dinleyici, “Tanımlanması yeni olmakla birlikte insanoğlu varoluşundan beri mikrobiyotası ile birlikte yaşamaktaydı, yeni olan sadece bunu farketmemiz. Mikrobiyota vücudumuzda başta bağırsaklarımız olmak üzere tüm organlarımızda bizimle birlikte yaşayan mikroplar, yani bakterileri, virüsler ve diğerleri. Aslında önemli değişim bu noktaydı, geçmişte bizi hasta eden bakterilerin yanında bizimle birlikte yaşadığında sağlıklı olmamızı sağlayan, birçok hastalıktan koruyan bakterilerin olduğu öğrendik. Mikrobiyom ise bizim ile birlikte yaşayan bakterilerin ve diğer mikroorganizmaların genetik özelliklerini de tanımlamaktaydı. Sonuçta bizim bedenimiz, genetik özelliklerimiz, mikrobiyota elemanları ve onların genetik yükü hep birlikte yaşıyoruz. Tüm bu nedenlerin ışığında 27 Haziran günü tüm dünyada Dünya Mikrobiyom Günü olarak belirlenip, sağlıklı mikrobiyotanın korunması hedeflenmektedir.” dedi.



27 Haziran Dünya Mikrobiyom Gününde, bu alandaki son gelişmeler ve rakamlar hakkında bilgi veren Dinleyici, “Bizim ile birlikte yaşayan 100 trilyon mikroorganizma var ve bunların tamamına mikrobiyota diyoruz. Gökyüzündeki yıldızlardan sayıca daha fazla olan bu mikroorganizmaların %95’i bağırsağımızda ve sayıları bizim hücre sayımızın 1.3 katı. Bu mikroorganizmaların gen yükü ise bizim 150 katımız. 10.000’den farklı bakteri yalnızca bağırsağımızda var ve ağırlıkları da yaklaşık 2 kg. 2019 yılına geldiğimizde, tüm hastalıkların %90’ının mikrobiyota ile az ya da çok ilişkisi olduğu düşünülüyor ama halen kesin neden ve sonuç ilişkisi kurulabilmiş değil. Mikrobiyotamızın en büyük dezavantajı genetik özelliklerimize göre çok çabuk değişikliklere uğruyor olması ama bu aynı zamanda mikrobiyotamızı korumak için ümit verici. Son söz de mikrobiyotanız parmak iziniz gibi, hem size özel ama aynı zamanda geçtiğiniz her yerde kolayca bulunabileceğiniz bir iz bırakıyorsunuz.” diye konuştu.



“ANTİBİYOTİKLERİN GEREKSİZ KULLANIMI ÖNEMLİ BİR SORUN”



Kötü senaryonun aslında mikrobiyota dengesinin bozulmasına neden olan birçok faktörün bir arada olması diyen Dinleyici, şöyle devam etti:



“İnsanların doğal olandan ve doğadan uzaklaşması, teknolojinin getirdiği az hareket eden ve çok tüketen dünya için birçok hastalık alarm düzeyinde. Bunların başında obezite geliyor. Tüm dünya hızla şişmanlıyor. Diyabet, kalp hastalıkları ve kanser de önemli sağlık sorunları. Bedensel sağlığın bozulmasının bu ürkütücü yanları dışında, ruhsal sağlığın bozulması da bir başka alarm veren durum. Depresyon sıklığında artış var ve artık çok küçük yaşlarda dahi depresyon tanısı konulabiliyor. Mikrobiyotanın bozulmasının tüm bunlarda payı var, ama temelde tek faktör değil tabii ki. Bunların yanında hepimizi en çok endişelendiren konu ise antibiyotik direnci. Antibiyotiklerin gereksiz ve çok kullanılması sonucu tüm dünyada hekim olarak hastayı tedavi edebileceğimiz antibiyotik seçenekleri çok kısıtlanmış durumda.”



“MİKROBİYOTAMIZI KORUMAK İÇİN YAPABİLECEKLERİMİZ VAR”



Prof. Dr. Ener Çağrı Dinleyici, Mikrobiyota çalışmalarının bir bebeğin mikrobiyotasının gelişmesinin anne karnında başladığını net olarak gösterdiğini belirterek, “Annenin sağlıklı bir gebelik geçirmesi bebeklik ve sonrası döneminde çok önemli. Annenin gebe kaldığı gün kilolu olmaması, gebelik sırasında dengeli beslenmesi önemli. Bunun yanında annenin gebelik sırasında psikolojisinin iyi olması, bu anlamda desteklenmesi, kısacası mutlu bir gebelik geçirmesi bebek için de çok kıymetli. Mikrobiyota bütünlüğünün bozulmasında sezaryen ile doğum en önemli faktörlerden biri. Kadın doğum hekiminin gerekli gördüğü durumlar dışında sezaryen doğumdan kaçınmak ve normal doğumu tercih etmek önemli. Sezaryen rakamları ülkemizde çok yüksek düzeyde ve bunu uygun düzeltmek için önlemler almak şart. Hep altını çizdiğim konuyu tekrar söylemem de gerekli, normal doğum mikrobiyota çok önemli ancak anne ve bebeğin yararının söz konusu olduğu, kadın doğum hekiminin sezaryen kararı da çok önemli.” dedi.



“ANNE SÜTÜNÜN OLUMLU ETKİLERİ ÇOK”



Dinleyici, “Anne sütünün ilk 6 ay tek başına, sonrasında da verebilen annelerin 2 yaşına kadar diğer besinler ile birlikte emzirmesinin mikrobiyota üzerinden tüm yaşam boyu olumlu etkileri olduğu net.” diyerek, “Anne sütü ile beslenen bebeklerin ileri yaşlarda birçok hastalıktan koruyucu olduğu gösterilmiş durumda. Anneleri anne sütü ile beslenme konusunda motive etmek ve desteklememiz gerekli. Birkaç yıl öncesine kadar anne sütünün steril olduğunu, ve içinde hiçbir bakteri bulunmadığını düşünüyorduk. Son yıllarda yapılan çalışmalarda anne sütünün içerisinde farklı türlerde bakterilerin bulunduğunu ve bunların prebiyotikler ile birlikte bebeğin sindirim sistemi ve savunma sistemi üzerine olumlu etkilerinin olduğu gösterildi.” dedi.



“AKILCI ANTİBİYOTİK KULLANIMI ÖNEMLİ”



Antibiyotiklerin ciddi enfeksiyonların tedavisinde tek silahları olduğunun altını çizen Dinleyici, “Ancak antibiyotikleri gereksiz yere kullanılması durumunda bağırsak mikrobiyotasında ciddi ve uzun süreli bozulmalara neden olabiliyor. Doktorunuzun uygun gördüğü koşullarda, önerilen sürede antibiyotik kullanmak tek çözüm. “ dedi.



“DOĞA İLE DAHA ÇOK ZAMAN HARCANMALI”



Prof. Dr. Ener Çağrı Dinleyici, “Son yıllarda özellikle çocuklarda devamlı olarak ev içerisinde bulunmasının, daha doğrusu ‘ayağının toprağa basmamasının’ mikrobiyota üzerine olumsuz etkileri olduğu gösterildi.” dedi. Çocukların yeşil alanlarda bulunması, doğa ile barışık büyümesinin önemli olduğunu vurgulayan Dinleyici sözlerini şöyle sürdürdü:



“Bununla birlikte annenin hamileliğinden itibaren evde köpek bulunmasının çocuğun savunma sistemi üzerine olumlu etkilerinin olduğu gösterildi. Ebeveynlerin sigara içmemesi de diğer tüm yararları yanında çocuğun mikrobiyotası için de çok önemli. Endüstriyel ve işlenmiş ürünlerin tüketiminin de mikrobiyota üzerine olumsuz etkileri var. Dengeli ve mümkünse kendi kültürüne ait olan besin ögelerinden oluşan bir beslenme önemli. Beslenmenin mikrobiyota üzerine etkileri ile ilgili çalışmalar devam ediyor. Bu anlamda popüler beslenme önerilerinden çok, kültürel zenginliklere sahip kendi coğrafyamıza ait beslenme önemli. Akdeniz tipi beslenme şu anda mikrobiyota çeşitliliği üzerine en ideal beslenme. Sonuç olarak, mikrobiyota dengemizin bozukluğuna neden olan birçok faktörle daha anne karnından başlayarak karşılaşmaktayız. Şu anda dünyada insan sağlığını etkileyen birçok hastalığın mikrobiyota ile ilişkili olduğu da gösterildi. Mikrobiyota tüm hastalıkların ne tek nedeni, ne de tek sonucu. Ama mikrobiyota çeşitliliği ve renkliliğinizi korunmanız hastalıklardan korunmanızda ve sağlıklı yaşlanmanızda çok önemli. Yaşadığımız çağda bize düşen, bilimsel çalışmaların bize gösterdiği -aslında hepimizin etkilerini uzun yıllardır bildiğimiz- bazı yaklaşımlar ile mikrobiyotamızı korumak.  Özellikle çocukların uzun dönem sağlıklı olabilmesi için herkesin ‘sağlıklı geçen bir gebelik’, ‘normal doğum’, ‘anne sütü ile beslenme’ ve ‘akılcı antibiyotik kullanımı’ konusunda çaba göstermesi çok önemli. Gelecek sağlıklı nesiller bu çabalar ve ‘doğaya dost’ olarak büyüyen çocuklar ile mümkün.”