Ahmet ve Murat birkaç ay sonra yeniden Türkiye’ye geldiler. Saklı hazineden ziyade bu işin sonunun nereye varacağını merak ediyorlardı. İs

Ahmet ve Murat birkaç ay sonra yeniden Türkiye’ye geldiler. Saklı hazineden ziyade bu işin sonunun nereye varacağını merak ediyorlardı. İstanbul’dan Urfa’ya bilet bulamayınca Van’a gelip kiraladıkları bir araçla yola koyuldular. Erciş’ten Ahlat istikametine doğru yol alırlarken göl suları içinde kalmış bir kale kalıntısı gördüler. Bu en çok da Murat’ın ilgisini çekmişti. Abisine dönmüş: “Anadolu öyle bir coğrafya ki sadece yer üstünde değil yer altında bile binlerce şehir, eşsiz bir tarih yatıyor. Kazmalar vuruldukça daha nice Göbeklitepeler nice Hattuşaşlar gün yüzüne çıkacak!” diyordu. İyiden iyiye heyecanlanan Ahmet, coşkuyla vites artırdı.


Yol boyunca tek bir kez mola verip bereketli bir bostana girdiler. Bostancı yer yer çatlamış, kabuk kabuk nasırlı elleriyle bir taraftan otları temizliyor, diğer taraftan susuz kalmış bostanını suluyordu. Sıcaktan kavrulan toprak, salıverilen suyu iyice içmeden, bir güzelce kanmadan, bir milim ilerisine geçirmiyordu. Suyla beraber tevekler bir hışırtıyla doğruluyor, toprak damar damar canlanırken yuvalarına su dolmuş karıncalar telaşla kaçışıyordu. Murat, kokusu tüm bostanı sarmış domateslerden koparırken ağabeyi ise eline batan minnacık salatalık tüylerini temizlemekle meşguldü. Bostancıya teşekkür edip yola devam ettiler.
Urfa’ya yaklaştıkça sıcaklık artıyordu. Su basmış gibi görünen asfalt neredeyse erimişti. Klima yetmeyince arabanın tüm camlarını açıp gökyüzüne baktılar. Küme küme bulutlar, esen ılık yelle birlikte bir dağılıp bir toplanıyor, zaman zaman bir sergi gibi yayılıyor hatta elini uzatsan tutacakmışsın gibi yaklaşıyor fakat sonra hiç olmamışlar gibi buhar olup kayboluyordu. Şehre vardıklarında güneş tam tepelerindeydi. Arabadan indiler. Gölgeleri iyice çekilmiş, tozlu ayakkabılarının ucuna kadar inmişti. Bir delikanlıya adres sordular. Sadece iklim değil insanlar da sıcaktı. Kime bir şey sorsalar, güler yüzle ve de içtenlikle cevap alıyorlardı. İbrahim Peygamberin dillere destan dostluğu, tüm şehri kuşatmış gibiydi.
Şapkalarını takarak şehirde dolaşmaya başladılar. Yaşlılar kuş pislemesine aldırış etmeksizin söğüt gölgelerine sığınmışlardı. Evlerinde bunalan çocuklarsa sağa sola koşuşturuyorlardı. Elmacık kemikleri çıkık, kara kuru kız çocukları erkeklerden küçükse de pembe şalvarları içerisinde daha büyük gözüküyorlardı. Satılmak için çarşıya getirilen koyunlar da sıcaktan nasiplerini almışlardı. Birbirlerine iyice sokulup tek beden olmuş, kafalarını körük gibi kalkıp inen karınlarına gömmüş, ikindi serininin çökmesini bekliyorlardı.
Sıcaktan bunalınca Tarihi Kapalı Çarşı’ya girdiler. Yoğun bir kösele kokusunun karşıladığı çarşıda gözlerine ilk ilişen şey ayakkabı ustaları, kalaycılar, desenli şallar, nakışlı çantalar ve kurutulmuş sebzeler oldu. Bir dükkâna biriken esnaflar, esnaf duası okuyorlardı. İlerledikçe kösele kokusunun yerini pudra, allık ve lavanta kurusu kokuları aldı. Çarşının çıkışına doğru bir kebapçıdan yükselen dumanlar, ızgaradaki köftelerin cızırtısı, bol isotlu ezmeler, sıcak lavaş ve közlenmiş biber kokusu, insanın ağzını sulandıracak cinstendi. Acıktıklarını hissettiler. Lokantada oturup bir buçuk porsiyon Urfa, tatlı olarak da künefe söylediler.
Çarşı çok kalabalıktı. Sıcaktan kavrulan halk çarşıya sığınmıştı. En çok da çocuklar göze çarpıyordu. Koz helvası, pamuk şekeri, lokum, balon, topaç… Ne görürlerse isteyen çocuklar, istedikleri olmayınca annelerine yalvarıyor, eteklerinden çekiştiriyor, ha bire diretiyor, olmadı zır zır zırlıyorlardı. Lokantanın hemen önüne bir köpek boylu boyunca bir ölü gibi uzanmış, şişman bir kedi ise durmadan yalanıp duruyor, kebabın kokusunu aldıkça deliye dönüyordu. Yemeklerini yedikten sonra akşamın olmasını beklediler. Güneş batarken bakır renginde koskocaman bir ay, bir mahya gibi Mevlid-i Halil Camii’nin minareleri arasından yükseliyor, şerefeleri mesken bellemiş güvercinler, aya dokunacakmış gibi kanat çırpıyorlardı.
Yatsıya doğru Balıklı Göl’e uğrayıp krokide gösterilen yere baktılar. Her zaman olduğu gibi yine bir not çıktı. Mekânın kutsiyetinden olsa gerek bu kez moralleri bozulmadı. Tam tersine betimlenemez bir mutluluk gelip içlerini doldurdu. Hemen kalacak bir otel aramaya başladılar. Dar sokağın birinde bir berber, çırağının getirdiği mırrasını höpürdeterek içiyor, çiğköfte kokusunun sardığı bir başka sokakta ise sıra gecesi yapılıyordu. Kazancı Bedih’in yanık sesini duydular. “Urfalı Sevmiş, doğrudur güzelim, senin de göynün var, al yanaklı yar!..”
(DEVAM EDECEK)
**