Egzozculuktan müzisyenliğe...



İsmim Mehmet İpekçioğlu. Adıyaman Besni doğumluyum. Fakat yaklaşık 2 buçuk yaşlarındayken Mersin’e göç ediyoruz ve Mersin’de 15-16 sene ikametgâh ettikten sonra 1980 yıllarında İstanbul’a taşınıyoruz. Ve burada hayatımı ilk mesleğim olan egzoz imalatı, araba tamirciliği ile devam ettiriyorum. Habibler’de dükkânım vardı o zamanlar. Ama bunun yanı sıra müziğe büyük bir tutkum vardı benim. İstanbul’a gelince müzikte de geliştirebildim kendimi. Çünkü müzisyen arkadaşlarla tanıştım. “Bu gece bir programımız var eşlik eder misin” diye sordukları zamanlar oldu. Onlarla gidip çeşitli yerlerde çaldım. Ve bir baktım ki, kendimi sahnelerde buldum. 4-5 sene düğün salonlarında çaldım. Ama düğün salonlarında çaldığım için o zamanlar küçük bir çerçeve içinde kalmıştım sadece. Sonra bir arkadaşıma rastladım ve hayatım değişti. Bağcılar Çiftlik’te bir kardeşimin dükkânının oradan geçiyordum tesadüfen ama tanışmıyoruz o zamanlar biz. Girip bağlama fiyatlarını sordum. Ben bağlamayı elime alıp çalınca etrafıma doluştular. Bağlamadaki ustalığımı görünce “sen kimsin, neyin nesisin” diye sordular, bende kendimi anlattım. “Şu an egzozculuk yapıyorum ama bağlama çalmayı da kendi kendime öğrendim” dedim. Onlar da bana benim çok yetenekli olduğumu söylediler ve birlikte bir grup kuralım dediler. Ben de kabul ettim. Ve çok güzel tepkiler almaya başladım. Bu benim için gurur verici bir şeydi.



“Gazino hayatına ismimi yazdırdım”



1 ay kadar nota dersine gittim. Maçka Yolları’nın notalarını kendim yazıp hocama verdim, hocam baktı ve “1 ayda notayı öğrendin üstelik bunu da yazıp verdin bravo” dedi. Ben müziğe hayatımı vermek istiyordum ama bir yandan da ekmeğim için, çocuklarım için de çalışmak zorundaydım. Bu durumda da kendi öz işim olan egzozculuk ağır bastı. İşimi etkiliyor diye dersleri de bırakmak zorunda kaldım. Müzisyenliği hobi olarak düşünmeye başladım. Fakat birkaç sene sonra çok iyi bir üstatla tanıştım. Bu sayede turnelere de çıkmaya başladım. 40 müzisyen bir otobüse binip turneye gidiyor, 40 gün eve gelmiyorduk. Ve o müzisyenler tek bir sanatçıya çalmıyordu. Türk sanat müziği, halk müziği, arabesk… Ve ben o günlerden sonra daha başarılı olmaya başladım. Ve gazino hayatında da ismimi yazdırdım.



“Müziğe hayatımı verdim”



Ferdi Tayfur’un “Huzurum Kalmadı” şarkısını okuyan Huri Sapan’a, Seyfi Doğanay’a, çalıştığım düğün salonuna rahmetli Müslüm Gürses gelmişti, ona da çaldım. Malatyalı İbrahim’e çaldım, Türk Halk Müziğinin anası olarak anılan Dilber Doğan’a çaldım. Rahmetli Alev Deniz’e çaldım. Yaklaşık 20 yılımı bağlama çalmaya, müziğe verdim. 20 yıl değil aslında, ben müziğe hayatımı verdim.



“Müziği namusum gibi gördüm”



Ben egzozculuk, tamircilik yaptığım dönemlerde aklım hep bağlamadaydı. “Allah’ım şu işi bitirsem de biraz bağlama çalsam” diye düşünüyordum. Ona kavuşamamanın ağrısı içimdeydi. Aşk, sevda, eksiklik… Bu duyguları yaşattı bana bağlamama olan sevgim. Müziği namusum gibi gördüm ben hep. Eşimle bile yeri geldi kavga ettim. “Bağlamamla ilgili sakın bana bir kelime konuşma” demişimdir. Mustafa da öyledir... Bağlamasını yere koyduysa geldiğinde yine aynı yerinde görmek ister.



“Mustafa Allah’ın lütfu…”



Ben egzozculuk yaptığım dönemlerde Mustafa daha yaklaşık 2 yaşlarındaydı. Bağlama çaldığım zamanlarda dikkat etmiştim; bir gün emekleyerek geldi, ufacık ellerini bağlamamın teknesinin üzerine koydu ve çaldığım müziğe ritim eşliği verdi. Ritim eşliği verince benim dikkatimi çekti. “Allah Allah bu nasıl olur” dedim kendi kendime. Ve değişik müzik yapmaya başladım, onları da veriyordu. En sonda da aksak parçalar çalmaya başladım. Benim yanımda gazinoda çalan çocukların bile beceremeyeceği ritimlere girdim. Dilber Doğan’ın okuduğu 11/8’lik “Kalem Seni Parça Parça Kırarım” parçasını çaldım, Mustafa o ritmi de verebilince ben elimden bağlamayı bırakıp ayağa kalktım, “bu senin lütfun” dedim.



 







 



“Mustafa İpekçioğlu Müzik Merkezi”



Müziğin sonu yok, indiğin kadar inebiliyorsun. Ben inanıyorum ki; güzel bir itibar, güzel bir isim bıraktım. Ve ayrılmak zorunda kaldım. Müzikten değil ama gazino hayatından ayrı kaldım. Gerçi müzikten de ayrı kaldığım dönemler olmuştur. Fakat içimde hep eksikliğini yaşadım. Ama çok şükür Mustafa’mı yetiştirdim. Onun iyi yerlere gelebilmesi için çok uğraştım. Ne mutlu ki o da hakkını verdi… Bir yere gelip, ismimin güzel bir şekilde anıldığını görünce, Mustafa’yı da yetiştirip elini de bıraktıktan sonra ben de egzozculuğu ve ayakkabıcılığı bıraktım. Şimdi sevdiğim mesleği yapıyorum. “Mustafa İpekçioğlu Müzik Merkezi” olarak şan, piyano, ud, bağlama, konservatuara hazırlık dersleri veriyoruz ve ben de bu şekilde müziğe devam ediyorum.

"Şükürler Olsun"

Mustafa annesinin şarkılarıyla ağlayan, annesinin şarkılarıyla susan, uyuyabilen bir çocuktu. Allah onu özel yaratmış ve bize gönderip hediye etmişti. Şükürler olsun ki Mustafa benim oğlum…



 



“Sihirli parmak”



İlk önce Mustafa’ya darbuka aldım. 2 yaşında bir çocuk darbukayı kucağına alamazdı. Mustafa’yı darbukanın üzerine oturtup “hadi oğlum ben çalıyorum sen de bana eşlik et” dedim. Daha 2 yaşındayken bana öyle eşlik ediyordu ki, bu yüzden ona “sihirli parmak” lakabını vermiştim.



“Bal parmak”



Biraz daha zaman geçtikten sonra (yaklaşık 1 sene) düğün salonunda programlarımız olduğu için kasap havası çok meşhurdu. Ben de onunla ilgili evde çalışma yapıyordum. Kasap havası hicaz bir parçadır. Ben o parçayı çalarken Mustafa arkamda beni dinlemiş. Ben bağlamayı bırakıp sofraya kahvaltıya oturdum. Tam ağzıma bir lokma ekmek aldım ki, Mustafa benim çaldığım yerden kasap havasını çalıyor. Ne yapacağımı bilemedim, heyecanlandım. Ağlayayım mı, güleyim mi, şaşırayım mı, sevineyim mi bilemedim. O günden sonra Mustafa’ya cura aldım. Onun eline curayı verdim, ben bağlamamı aldım; o parçayı birlikte güçlendirdik. Tüm egzersizleri, süsleyerek çalmayı öğrettim. Ben Mustafa’ya balık yemeyi değil, balık tutmayı öğrettim. Yürümeyi değil, koşmayı öğrettim. Yürümekse herkes yürüyor, ben de yürüyorum. Ama önemli olan koşmaktı. Mustafa koşmayı öğrendi. Bağlamaya geçtiği zaman da “bal parmak” dedim ona. O yaşta bir çocuk âşık olur mu? Acı mı çeker? Allah’ın ona verdiği aşk başkaydı…



“Lakabım Mustafa’ya kaldı”



Ben 25 yaşındayken normal bağlama çalıyordum. Gönlümü eşime kaptırdım, çocuğuma kaptırdım, eşimi sevdim, göremediğim zaman özlem duydum; bu sayede de parmaklarıma lezzetler gelmeye başladı. İşte ben aynı şeyi Mustafa’da da gördüm. Bu yüzden “bal parmak” dedim ona. Eskiden benim lakabımdı. Benden ona kaldı… 8 sene öncesine kadar “Baba beni Türkiye beğeniyor, yurt dışı beğeniyor, sen neden beğenmiyorsun?” diyordu. “Beğenmiyorum seni” diyordum. “Çünkü beynime, ruhuma işlemiyor senin mızrapların, lezzetli gelmiyor, yakmıyor beni” diyordum. Ama şimdi 7-8 seneden beri tam bir bal parmak oldu Mustafa. Artık hak etti. Sevdi, sevildi, düştü, yeniden ayağa kalktı… Bu yüzden de lezzetlendi bağlaması.



“Allah ona yeteneği vermiş, gerisini bana bırakmış”



Mustafa’nın Allah’tan sonra ilk hocası benim. Allah onun içine duyguları, yeteneği koymuş; gerisini de bana bırakmış sanki… Mustafa, ilkokulu bitirdikten sonra araştırdım ki konservatuar olarak liseye girmek kaldırılmış. Öyle olunca “oğlum seni normal bir liseye vereyim burada oku sonra seni söz üniversitede konservatuara vereyim” dedim. “Baba olmaz, ben beklerim yine de düz liseye gitmem” dedi. Zorla gönderdim onu liseye. 6-7 ay kadar gitti. Sonra öğrendik ki, liseye giriş tekrar açılmış. Ben de hemen Mustafa’yı oradan aldım ve annesiyle beraber onu mülakata götürdük. Zaten girdiği gibi de kazandı konservatuarı. Mustafa oranın da gözbebeği oldu.



“Mustafa’yı ben yetiştirdim”



Mustafa’nın bağlama hocası Şafak hoca bir gün beni okula çağırdı. “Yine ne yaptın” dedim Mustafa’ya. Bir şikâyet gelecek zannettim. “Vallahi bir şey yapmadım” dedi Mustafa. Öyle olunca gittim ben de okula. Hocanın kapısını korka korka çaldım. İçeri girip “Ben Mustafa İpekçioğlu’nun babasıyım” dedim. Şafak hoca hemen beni buyur etti. “Mustafa’yı kim yetiştirdi” diye sordu, “ben yetiştirdim” dedim.



“Şarbon”



Mustafa’ya “şarbon” denmesi benim en büyük gururumdur. Türk Müziği hocası Mustafa’ya “sen bu okula girdin, şarbon gibi geldin, hastalık gibi müziği buraya yaydın, çalışmayan tembel çocukları bile bağlamaya çalışmaya heveslendirdin” demiş. “Merdivenden iniyorum, merdiven aralığında arı gibi bağlama çalışıyorsun, bahçede bile bağlama çalıyorsun, sen bu okulun gururusun, şarbonusun” demiş. “Hocam şarbon ne demek” demiş Mustafa. Şarbon hızla yayılan bir hastalıktır. Mustafa da müziğin şarbonu oldu.



“Çok mütevazı bir çocuktu”



Mustafa daha 5 yaşındayken elini arkasında kavuşturur mahallemizdeki 55-60 yaşındaki adama “Nuri dede nasılsın” derdi. “Paşam iyiyim sana ne ikram edeyim” denilince “sağ ol Nuri dede” derdi, ikramı kabul etmezdi kolay kolay. Kabul edecekse de benim gözümün içine bakardı. Ben “Nuri dede ısmarladığı zaman alabilirsin” deyince, işte o zaman kabul ederdi. Mustafa çok mütevazı bir çocuktu. Hala da öyle…

Mustafa’nın benimle birlikte gelmesi, pavyon hayatını görmesi, orada da çalması ona çok şey kattı. Sanatçı geç kaldığı zaman ben onu sahneye de çıkarıyordum. Org çalardı, bağlama çalardı. Orada benimle çalan çocuklardan çok daha iyi çalardı. Öyle yetişince de sokak dövüşçüsü gibi oldu şimdi. Bir çerçeve içinde sıkışıp kalmadı, her çiçekten bir bal aldı.



 



“Binlerce kez şükürler olsun”



Mustafa benim için büyük bir gurur. İbrahim Tatlıses’in arkasında, Sibel Can’ın arkasında onu göreyim, yurt dışlarında göreyim istiyordum, hepsinde de gördüm. Binlerce kez şükürler olsun… Bu keyifli sohbetin için çok teşekkür ederim. Okurlarınıza da çok teşekkür ediyorum. Mustafa İpekçioğlu Müzik Merkezi olarak hizmet veriyoruz. Her zaman müzik adına da, çayımızı içmeye de bekleriz. Hepiniz Allah’a emanet olun…



























Editör: TE Bilisim