Selamünaleyküm “….” “Selamünaleyküm “…” Merhaba

Selamünaleyküm


“….”


“Selamünaleyküm


“…”


Merhaba


“….”


Birkaç denemeden sonra selam vermeyi bırakan babam, şaşkın şaşkın yüzüme baktı. Memleketi olan şehirde herkes birbirine selam verir, selam alırdı. Bulunduğu şehirde ise selamlaşma geleneği çoktan unutulmuş adeta tarih olmuştu. İnsanların selam almamasıyla ilgili babama nasıl bir açıklama yapmalıydım acaba? Cevap vermediğimi görünce kendisi başladı anlatmaya:


“Evlat; ne olmuş buralara böyle? Allah’ın selamını almamak olur şey midir? Selam vermek sünnetse de almak farzdır. Hem aramızdaki dostluğu, kardeşliği pekiştirir. İki-üç gündür buradayım. Şimdiden memleketimi özler oldum. Bizim oralar böyle mi Allah aşkına! Herkes tanısın tanımasın selam verir, selam alır. Sonra birbirimizi ağırlar, ihtiyacı olanın yardımına koşarız. Çoğu kere kapılara kilit bile vurulmaz. Bütün evlerin kapıları ardına kadar açıktır. Tamam, bizim böyle apartmanlarımız yok. Neredeyse her ev müstakildir ve etrafı duvarlarla örülüdür. Fakat komşularımız için muhakkak birkaç kapı bırakırız. Bu yüzden hep iç içe yaşarız. Çocuklarımız birlikte oynar, beraber büyürler.


Hem burada herkes evine çekilmiş. Kimsenin kimseden haberi yok. Siz bile buranın garip kültürüne ayak uydurmuşsunuz. Yan komşunuza bir şey olsa haberiniz bile olmayacak. Kaç gündür evinizde misafirim. Kendi başınıza yiyor kendi âleminizde yaşıyorsunuz. Sofranızda ne bir komşu gördüm, ne eş ne de bir dost. Böyle bir sofrada bereket olur mu hiç! Oysa bize ya misafir gelir ya da biz gideriz. Şu yaşıma geldim; yalnız başıma sofraya oturduğum gün sayısı bir elimin parmaklarını geçmez.


Hele sabah laf arasında bir arkadaşının söylediği bir söz ne kadar garibime gitti. Bayramlarda tatile gitmek de ne imiş? Ana-babanın, dost ve akrabanın gözü yollarda kalmaz mı? Bizim oraları sen de bilirsin. Bizler bayramlarda üç gün boyunca geziyoruz yine de akraba ve komşu ziyaretini bitiremiyoruz. Oysa sizin anlattıklarınıza göre, burada bayramlar bir tek bayram namazından ibaret kalmış. Hiç gidip hocalara ‘Kıyamet alametleri nedir?’ diye sormayın. Bunlardan âlâ kıyamet mi olur… Kızılay’dan Kırkkonaklar’daki evimize gelinceye kadar babam anlattıkça anlattı ve ben de tek kelime olsun etmeden dinledim. O gece öğrenci evimizde son kez misafir ettiğimiz babam, sabahleyin ilk otobüs ile memleketin yolunu tuttu.


Aradan tam 21 yıl geçtikten sonra(2015) yaz tatilinin tamamını anne babamla birlikte memleketimde geçirdim. Baktım ki yıllar önce babam nelerden dert yanmışsa aynısı bu şehrin başına da gelmiş. İlk dikkatimi çeken bayramlar oldu. Bayram ziyaretleri, hissedilir ölçüde azalmıştı. Bir zamanlar bayramlarda şehrin hiçbir dükkânı açık değilken şimdi ise dükkânların neredeyse yarısı açıktı ve sanki bayram yokmuş gibi esnaf işinin başındaydı. Evlerin etrafını saran sembolik duvarlar alabildiğine yükseltilmiş, komşular için ayrılan kapılar ise birer birer kapatılmıştı. Görebildiğim kadarıyla komşular, bir eve gidebilmek için ‘Çin Seddi’ misali duvarların etrafını dolaşmak zorunda kalıyorlardı. Bu yüzden vefalı birkaç kişiyi saymazsak bu zahmete giren de kalmamıştı. Neyse ki eskisi kadar olmasa da hala misafir ağırlama geleneği devam ediyordu ama onun da azalacağı günler yakın gibiydi.


Balkonun bir kenarında usul usul fokurdayan semaverden babama çay doldururken, yıllar önce söylediklerini hatırlatıp şimdi aynı akıbete neden duçar olduklarını usulünce sordum. Kendince bunun sebeplerini uzun uzun anlatmaya başladı. O, lafı eskilere götürdükçe ben de çocukluğuma doğru tatlı bir yolculuğa çıktım. Ne olduysa o esnada oldu ve bir hamamda, suyun kaldırma kuvvetini bulan Arşimet’in heyecanına denk bir heyecanla yerimden fırladım. Babamı ta’zimle selamlayıp bahçeye çıkarken bize ait güzelim değerleri niçin kaybetmeye başladığımızı keşfetmiştim artık. Evet! Evet! Hiç şüphem yoktu ki tüm bu yozlaşmanın yegâne müsebbibi “Buzdolabıydı.” Neden mi aziz okuyucularım?


Bir dahaki yazıda devam ederiz inşallah...