Bilmem farkında mısınız, hepimiz semboller dünyasında yaşıyoruz. Etrafımız sembollerle öylesine çevrili ki, gerçeği bile ancak bir perde arkasın

Bilmem farkında mısınız, hepimiz semboller dünyasında yaşıyoruz. Etrafımız sembollerle öylesine çevrili ki, gerçeği bile ancak bir perde arkasından görebiliyoruz; başka bir deyişle bizim bu dünyada gerçeği çıplak haliyle görmemiz mümkün değilse o zaman varacağımız kati netice şudur: Gerçek diye bir şey maalesef yoktur. Ne vardır peki? Evet, gerçeğin yerini yine gerçekmişçesine tutan semboller... Peki, bu hal, nasıl bir mahalde vücut buluyor? Bu, eşya ve semboller arasında kurulmuş, o anlaşılmaz ve şaşırtıcı bağda gizlidir. İnsanlar bir hayli derin bu bağı ‘’perde’’ kelimesiyle ifade ederler. Mutlak hakikatin önüne görünmez bir perde çekilidir her daim ve gerçekte çok az kişi bu perdeyi kaldırabilir. Bizler bu saklı gerçeği ‘’gözlerine perde inmek’’ deyimiyle kabul etmişizdir zaten. Bir başka ifadeyle de, hakikat, bu dünyanın dışında bir yerde belki İdealar Âlemi’ndedir ve her şey orada gerçekleşirken bu dünyaya ancak perdeden yansıyanlar düşer ki, en başta rüyalar, hayaller ve suretsiz gölgeler bu hallerin ispatı gibidir. O halde nasıl bir dünyada yaşıyoruz ve daha da mühimi, gördüklerimizin ne kadarını gerçekten görebiliyoruz, sorusu varoluşumuzda onulmaz gedikler açar durur. Yaşadığımız dünyayı sorgulamak, bizi nihai bir gerçeğe ama kendi müşterek gerçeğimize götürür: Mekan hatta zaman sınırlı ise kabullenmek yahut boyun eğmek tek çaredir.
Semboller aracılığıyla eşyanın perde ardında kalmasının haricinde en büyük esrar, rüyalarla semboller arasındaki o gizli antlaşmada çıkar ortaya. Bu husustaki düşüncelerimde kesinlikle yalnız değilim. Bir kere Mevlana var, sonra Şebüsteri ve bunun yanında Mevlana’dan feyz almış M. Sırrı Sevada Hocam var ki, her görünenin arkasında bir görünmeyen vardır mutlaka, diyen Sevada’nın bu konudaki şu cümleleri pek kayda değerdir:
…Gerek İbnül Arabi, Şebüsteri gerekse de Mevlana ve Niyazi Mısri gibi sufi alimlere göre görünen her şey haliyle bu alem, sembollerden başka bir şey değilse aynı zamanda bu, görünen ile o görünenin işaret ettiği şeylerin farklı olduğu anlamına da gelmiyor mu? Şayet dünyamız bir semboller dünyası ise bu durumda her şey (bir saat, lamba, bir anahtar, ağaç, ağız, burun, yüz ve bir kitap, ayet ve saire) sembollerin gerçeği gizlemek için kullandığı birer alamet olmuyor mu? Ne kadar düşünüp hayal etsek de anahtarın bir anahtar ve bir lambanın da sırf lamba olma dışında başka hangi gerçeğe, yani aslonana, işaret ettiğini bilmenin mümkünatı var mı acaba? O zaman eşyalarla birlikte var olduğumuz bu âlemden çıkıp gözlerimizi -haddizatında körüz bir bakıma- rüyalar âlemine çevirmeliyiz belki de. Çünki semboller rüyada gizleneceği ve hakikati de gizleyeceği durumdan uzaktır ve dahası biz onları, gördüğünü sandığımız gözlerimizle değil, öte âlemin cevheri olan ruhumuzla gördüğümüz için de kendilerini saklayamıyorlar. O halde bütün mesele, görünür âlemdeki simgeleri değil, adına misal âlemi de denilen o rüyalar âlemindeki simgeleri çözmekten geçiyor…
Haftanın kitabı: Amerikan edebiyatının yaşayan en iyi isimlerinden Paul Auster’den Timbuktu hiç fena olmaz. Ha, merak edenlere söyleyeyim, böyle bir yer hakikaten de var imiş. Haftaya görüşmek üzere…