“Hayatta hepimiz eşitiz, aynı ağacın dallarıyız, aynı gökyüzünün altında ıslanıyoruz” diyoruz. Sadece olmasını istediklerimizi dile getiriyoruz. İnsanlar doğduklarında ve öldüklerinde eşittirler. Çocukluğumuz, gençliğimiz, hayata bakışımız, kişiliğimiz, sözlerimiz hepsi sadece bizi anlatır. 

İnsanların en çok takıldıkları şeylerden biri; sizler nasılsınız? Bizler de iyiyiz efendim. Sürekli çoğullaştırdığımız, ama kendimizi yalnızlaştırdığımız bir dile sahibiz. Prestij kelimesini dile döktüğümüz zaman cümlelerimizin arası kaf dağına kadar ulaşıyor. Ötekileştirmek, farklılaştırmak ya da başkalaştırmak siz adına ne derseniz deyin karşındakini sizleştirdiğinde ona bağıra bağıra egonu anlatıyorsunuz. Son zamanlarda Afganlar, ondan öncesinde Suriyeliler, Türkiye’nin turistlik bölgelerinde yabancı uyruklu vatandaşlar yıllardır süregelen ötekileştirmenin içine hapsolmuş durumda. Birilerini terazinin bir kesesine diğerini de öbür kesesine koyduğunuz zaman kim daha ağır kalıyor? Bu hesabı kim yapıyor bilmiyorum, ama ben bir teraziye ağırlık koyarken birine insanlık diğerine de merhameti yerleştiriyorum. 

Bir haftadır İzmir’in Sığacık bölgesindeyim. Burada insanlar arasında öyle bir terazi yok. Pencerelerde demir yok, herkesin avlusuna açılan kapıları kilitsiz, dışarıda eşya bıraktığınızda “Biri çalar mı?” korkusu taşımıyorsunuz. Bir yerde yemek yiyeceğiniz zaman herkes samimi bir şekilde size mutfağını açıyor. Evinizde ekmeğiniz, suyunuz bittiğinde, yardımınıza koşacak komşularınız var. O daracık sokaklara bir tabure atıp, akşama kadar konuşan gençler, teyzeler çok mutlu. Hayattan beklentileri, kollarını açtıklarında değecekleri yer kadar. Huzurlu, samimi, sıcak, kendi aralarında bir dünyaları var. Burada kimse kimseye siz demiyor. Oteline gelen, cafesine oturan birine müşteri değil, misafir gözüyle bakılıyor. 

İşte o zaman düşünmeye başladım; her şeyi biz mi başlattık? Kelimeler mi bizi ele verdi? Yoksa sizli bizli olarak derken hiçbir şey olamadık mı? Hayat çok basit, ama onu nasıl yaşayacağını bilmeyen insanlar zorlaştırıyor. Dışarıdan baksanız burada yaşamak çok zor gelir, özellikle bir metropolde yaşıyorsanız, ama içine girdiğinizde çıkmak istemiyorsunuz. Takım elbisen ya da topuklu ayakkabıların olmadığında sen de diğerleri gibi çıplak kalıyorsun. 

Etimizi, tenimizi örtmeye çalışırken, ruhumuzu, hislerimizi de örtmeye başladık. Hayattaki en büyük ikilem; olduğun kişi ve olmak istediğin kişi arasında bir yerde kalmaktır. Cevabı bulamıyorsanız siz de o ikilemi yaşıyorsunuz. Ben de ara ara bu soruyu kendime soruyorum. Bunları yapan ben miyim? Burada olmak isteyen ben miyim? Bazen o cevabı bulmak zor bile olsa bulduğum yerde bir kez daha kendimle tanışıyorum.