Bugün, kültürümüzü genişletmek için, güzel vakit geçirmek için hayata iki saatlik ara verdiğimiz sinema dünyasının hayatımıza nasıl girdiğini anlatacağım sizlere. Hepimiz sinema salonlarında vakit geçirmeyi severiz değil mi? Ya da film izlemeyi… Bugün bu güzel vakti geçirebiliyorsak Lumiere kardeşlerin sayesinde olduğunu söyleyebilirim.
Lumiere kardeşler, babaları resim öğretmeni olan, hayatı fotoğraf çekmek olan iki sanat aşığı gencin hikayesi demek. Babalarının da öğrettikleriyle günde dört bin metre fotoğraf kağıdı üretmeye başlayan kardeşler, artık bu fotoğrafların cansız haliyle yetinmiyordu. Onları canlandırmak, hareket etmelerini sağlamak istiyordu. Baba Lumiere, çocuklarına Paris’teki gezisinden, Amerikalı Edison adındaki bir mucidin icat ettiği Kinestop’u getirerek, onların dünyaya büyük bir yenilik getirecek ilk adımı atmalarını sağladı. Büyük bir kutunun içinde, bir lambanın ışığında oynayan otuz beş mm’lik, kısa filmleri seyirci kutunun üstündeki bir bakaçtan izleyen bir makine. Luise Lumiere bu cihazı gördüğünde aklında beliren görüntü netti. Bu görüntüyü yüzlerce kez büyütebilmeyi ve bir perdeye aktarmayı istiyordu.
Lumiere kardeşler ilk gösterimlerini 22 Mart 1895 Paris’te, ulusal sanayi destekleme derneğinde yaptılar. Film ‘Lumiere Fabrikasından İşçilerin Çıkışı’ adını verdikleri, bir dakikadan biraz daha uzun süren bir yapımdı. Daha sonrasında çeşitli derneklerde de gösterim yapıldı ve çok büyük bir ilgi gördü. 28 Aralık 1895’de ise ilk halka açık gösterimini gerçekleştirdiler. İlk gösteride on film sunuldu ve yaklaşık yarım saat sürdü.  Ücretli olan bu gösteriyi tam 35 kişi seyretti. Aslında seyirciler o sırada nasıl bir devrimi seyrettiklerinin farkında bile değillerdi. Lakin gösteri çok beğenildi. Özellikle Trenin La Ciotat Garına Gelişi adlı görüntü çok büyük ilgi gördü. Hatta seyircilerin üzerlerine gelen treni gördüklerinde, heyecan içinde çığlık attıkları ve sandalyelerinin altına saklanmak istedikleri söylenir.
Şimdilerde gördüğümüz o kadar aksiyon ve macera filmlerinin arasında, kafası kesilen, çeşitli işkencelerle öldürülen sahnelerin yanında, o zamanlar sadece bir trenin gelişi, insanları korkutmaya yetiyormuş. Devrimi onlar yaptı, yenilikleri biz sürdürdük. Her geçen gün biraz daha yenisini, daha üstününü, kameraların, makinelerin en üst modelini geliştirerek, neredeyse sinemanın içerisinde yüzlerce görüntüyü aynı anda soktuk.
Belki her hafta sonu, hatta haftanın belli günlerini sinemaya ayıran, film izlemeyi seven onca insan, gördükleri beyazperdenin doğuşunu bilmiyordur diye anlatmak istedim. Her şeyin, hayatımıza giren her şeyin bir hikayesi vardır. Sadece biz bilmeyiz, merak etmeyiz, araştırmak için vakit bulamayız. İnanın ben de vakit konusunda darlık çekiyorum ama 24 saatin bana yettiği kısımlarda, beni mutlu eden şeylerin tarihçesini öğrenmeyi atlamak istemiyorum. Aslında herkesin ilk başta yapması gereken şey; istemek… İstediğiniz zaman, günün bütün yorgunluğuna rağmen, o sinemaya gidiyorsunuz, yine eğer isterseniz, bütün koşuşturmanıza rağmen, sadece 15 dakikanızı ayırıp merak ettiklerinizi öğrenebilirsiniz.
Hayat zaman konusunda bonkör gibi davranıp çok cimri olduğunu, adımlarımız yavaşladığında gösteriyor. Adımlarımı uzağa ve daha hızlı atabiliyorken, bana adımları yetişemeyecek kadar yaşlı ve güçlü birinden öğrendim tüm bunları. Yaşlandığında gençliğin ne demek olduğunu elbet öğreniyorsun ama gençken yaşlılığın ne demek olduğunu öğrenen az kişi vardır. Hayatta uygulamasını bilenler için bu çok büyük bir şanstır. Aslında hayatta doğru zamanda, doğru yerde öğrendiklerini uygulamaya koyduğun zaman, herhalde yaşamanın anlamını daha net anlıyorsun.