Geçtiğimiz 16 Mayıs günü 36. ve son Osmanlı padişahı, 101. İslam halifesi Sultan Mehmed Vahîdeddin Han’ın 94. vefat yıl dönümü idi. Sultan Abdülmecid Han’ın tahta geçen dört oğlundan dördüncüsüdür. 2 Şubat 1861 tarihinde Dolmabahçe Sarayı’nda doğmuştur. Annesi Fatma Gülistû Kadınefendi’dir. 3 aylıkken annesini, 4 aylıkken babasını kaybetmiştir. Annesinin vefatından sonra onu, üvey annesi Şâyeste Hanımefendi büyütmüştür. Vahîdeddin “dinin bir tanesi” demek olup “Vahdettin veya Vahdeddin” şeklinde telaffuzu yanlıştır.

7 yıldır veliahtlık makamında bulunan Şehzade Yusuf İzzeddin Efendi’nin 1 Şubat 1916’da beklenmedik şekilde vefatı üzerine veliaht oldu. Ağabeyi Sultan Mehmed Reşad Han vefat edince 4 Temmuz 1918 günü tahta geçti. Birinci Dünya Harbi’nde Osmanlı İmparatorluğu mağlup devletler safında olduğu için İstanbul, Mondros Mütarekesi gereği 13 Kasım 1918’de İtilaf Devletleri tarafından işgal edildi. 4 yıllık saltanatının tamamı bu işgal altında geçti.

1 Kasım 1922’de saltanatın kaldırılmasından sonra 17 Kasım 1922’de vatandan çıktı. İmkânı olmasına rağmen hazineden hiçbir şeyi yanına almadığı ve yâd ellerde kalabalık akraba ve maiyetinin geçimi de kendi üzerine kaldığı için sıkıntıya düştü.

SON PADİŞAH GURBETTE VEFAT EDİYOR

15 Mayıs 1926 gecesi, İtalya’da San Remo’da kaldığı evde aile efradını ve hizmetlileri akşam namazından sonra odasında toplamış sohbet ediyordu. Zaten o gün Nice’ten müjdeli bir haber ulaşmıştı. Kızı Sabiha Sultan’ın bir kız çocuğu dünyaya gelmişti. Sultan gelen telgrafa hemen cevap vererek torununun isminin Necla olmasını bildirmişti. Sohbet sırasında bahisler dönüp dolaşıp İstanbul’a ve Çengelköy Köşkü’nde geçen zamanlara geliyordu. Padişah bir ara,

“Haydi yatsı namazlarınızı kılınız da geliniz, sohbetimize yine devam ederiz.” demişti. Ancak daima yanında bulunan ve hizmetlerine bakan hanımı Nevzad Hanımefendi tekrar odaya girdiğinde, kendisini uzandığı şezlongun üzerinde vefat etmiş bulmuştu.

Küçük çekmecesinden sadece 17 adet çeyrek Osmanlı altını ile taşları sökülmüş bir Hanedân-ı Âl-i Osman nişanı çıkmıştı. Yastığının altında parasızlıktan alamadığı ilaç reçeteleri bulunmuştu. Çevredeki esnafa olan borçlar sebebiyle eşyasına ve tabutuna haciz konuldu. Cenaze tam 1 ay kaldırılamadı. Damadı Ömer Faruk Efendi’nin, babası Halife Abdülmecid Efendi’den istediği para gelince bakkal, manav ve diğer esnafa olan borçlar ödendi. Teçhiz, tekfin ve otopsi parasını da kızı Sabiha Sultan mücevherli küpelerini satarak ödedi.

PADİŞAH’IN HANIMININ KALEMİNDEN…

Sultan’ın tabutunun Villa Magnolia’nın salonlarından birinde günlerce beklediği o günleri, hanımı Nevzad Hanımefendi şöyle anlatıyordu:

“Penceremden bakıyorum: Mavi deniz, palmiyeler, bahçeler, birbirinden güzel köşkler, ufukta kotralar... San Remo’nun bu manzarası cenneti andırıyor. Fakat ben kendim cennette değilim, bu manzarayı cehennemin bir köşesinden görüyorum. Kendime mahsus bir cehennem...

Bulunduğum katın bir odasında bir tabut var. Günlerden beri duruyor. Bu tabutta Osmanlı Hanedanı’nın son sâkıt hükümdarı Altıncı Mehmed yatıyor.

Mehmed Vahîdeddin, benim kocam... Talihin hayat yoldaşı diye karşıma çıkardığı insan…

Ölümüne acıyor muyum? Bilmem... Ortada birdenbire kırılmış itiyatların boşluğu var. Bu boşluğu etrafımda duyuyorum… Fakat bendeki asıl kuvvetli his, acımaktan ziyade gıpta etmek...

- Ne mutlu ona, diyorum, ölüm gibi bir nimete kavuştu. Bazen içimden geliyor:

- Talihe yardım etsem, bu nimeti kendi elimle arasam...

Ben dindar bir kadınım. Bütün benliğim böyle bir duyguya karşı isyan ediyor. Bu vücut bana emanet bir şey... El kaldırmaya ne hakkım var. Hayır, buna da isyan ediyorum. Önümde uzun seneler var. Belki beni köşe ağzında yeni bir hayat bekliyor. Neden mücadele etmeyeyim?

Tüylerim ürpererek düşünüyorum. İki saat sonra gece olacak. Her tarafı karanlık basacak. Alacaklılar elektriği, suyu, gazı kesmişler, bütün bir gece karanlıkta geçecek. Günden güne etrafa bir kat daha yayılan ölüm kokusunu daha korkunç bir surette duyacağım.

Bu musibet yerine baskın yapmış gibi, gece her tarafta koca fareler dolaşıyor. Etrafımdaki hava âdeta şekil şekil hayaletlerle dolu... Uyku ile uyanıklık arasında saatler geçiriyorum. Hayalle hakikati birbirinden ayırmak için yatağımdan fırlıyorum. ‘Ben var mıyım, yaşıyor muyum?’ diye her tarafımı yokluyorum.” (Nevzad Vahîdeddin, Vahdettin’in Dördüncü Kadınefendisi Nevzat Vahdettin’in Hatıraları ve 150’liklerin Gurbet Maceraları: Yıldız’dan Sanremo’ya, İstanbul 1999.)

CENAZE BİR AY KALDIRILAMIYOR

Nihayet 15 Haziran’da merhum Padişah’ın tabutu üzerine konan hacizler kalkmıştı. Tabut, bir atlı yük arabası ile villadan alınarak San Remo tren istasyonuna götürüldü. Dikkat çekmemesi için istasyona arka sokaklardan geçilerek gidildi. Cenaze trenle Trieste’ye götürülerek bir geminin ambarına konuldu. Gemi 17 Haziran’da demir alarak 4 gün sonra Beyrut Limanı’na demirledi. Buradan 26 Haziran 1926 Cuma günü özel bir trenle Şam’a götürüldü. İstasyonda cenazeyi, o zamanki Suriye hükûmet başkanı ve Sultan II. Abdülhamid Han’ın eski damadı Ahmed Nami Bey, hükûmet erkânı ve Şam halkı karşıladı. Tabut bir arabaya yerleştirilerek defin yeri belli olana kadar kalmak üzere Sultan Selim Camii’ne getirildi.

Suriye o vakitler Fransız mandası altında olduğundan Fransızlar, defin yerine ve merasime kimlerin katılıp katılmayacağına kadar karıştılar. Önceden belirlenen yer kabul edilmeyince Selahaddin-i Eyyûbî Türbesi’ne defni kararlaştırıldı. Ancak orada da yer bulunamadı. Sultan Selim Camii içindeki odalardan birine defnine karar verildi. Toprak kazılmaya başlayınca su çıktığından oradan da vazgeçildi. Nihayet Padişah’ın cenazesi, vefatından en az 49 gün sonra, 3 Temmuz 1926’dan sonraki bir gün Sultan Selim Camii haziresine defnedilebildi.

Bunu, San Remo’dan itibaren cenazenin yanında olan, Padişah’ın damadı Şehzade Ömer Faruk Efendi’nin, zevcesi Sabiha Sultan’a 3 Temmuz 1926’da Şam’dan yazdığı mektuptan anlıyoruz. Şehzade bu mektubunda, defin merasimi tamamlanıncaya kadar Şam’da kalacağını söylemektedir. (Murat Gökhan Bardakçı, Şahbaba - Osmanoğulları’nın Son Hükümdarı VI. Mehmed Vahideddin’in Hayatı, Hatıraları ve Özel Mektupları, 2006 İstanbul.)

Sürgündeki Osmanlı Hanedanı’nın bir vefat durumunda ne yapacaklarını şaşırdıkları ve defin için organize olmakta zorlandıkları bu ilk vakada, ne yazık ki koca Osmanlı İmparatorluğu’nun son padişahı ve bütün dünyadaki Müslümanların halifesinin cesedi, sıcak havanın da tesiriyle taaffün etmiştir. Hadi yeni neslin anlayacağı dille söyleyelim, kokmuştur. O muhtemelen, bütün vücudunu yaralar saran ve yaraları kurtlanan Hazreti Eyyûb Peygamber’in sevabına kavuştu. Kavuştu kavuşmasına da onun bu hâle düşürülmesinde bir şekilde dahli olan biz Türk milletine ne demeli? İnsan ister istemez, son devrin büyük âlimlerinden Seyyid Abdülhakîm Arvâsî’nin, “Bu millet, Sultan Aziz’in âhını çekiyor; daha Sultan Hamid’e sıra gelmedi.” sözünün, başımıza milletçe gelen felaketler olarak tecelli ettiğini düşünüyor.

HAKKINDA EN ÇOK YAZILIP ÇİZLEN PADİŞAHLARDAN

Belki de yeni devletimizin kuruluş yıllarındaki geçiş döneminde tahtta bulunan hükümdar olduğu için, hakkında en çok yazılıp çizilen Osmanlı padişahları içinde sanırım Sultan II. Abdülhamid Han’ın ardından Sultan Vahîdeddin Han gelmektedir. Şimdi sizlere bu yazılanlardan müspet yönde olanlarının iki tanesinden söz edeceğim. Kendilerinden bu kabil beyanların sadır olmasını ummadığımız bu iki meşhur kişiden ilki, 2013 yılında vefat eden gazeteci, yazar Mehmet Ali Birand. 5 Mart 2005 günkü Posta gazetesindeki makalesinde şöyle diyor:

“Bizim kuşağımız Osmanlı imparatorluğunu öğrenmedi, dolayısıyla anlayamadı. Koskoca bir imparatorluğun başarılarını hissedemedik. Sadece çöküşünü bilir olduk. Sadece kötü yanları konuştuk. Hele son Padişah Vahideddin kadar yerden yere vurulanı olmamıştır. Ne kızıllığı kalmış ne hainliği.

Kendi kendime hep sormuşumdur: Neden? Neden resmî politikaya inanıyoruz?

Beni resmî rüyadan uyandırıp gerçeklerle tanıştıran insan, Vahideddin’in torunu Hümeyra Özbaş oldu. Aldatıldığımızı, toplum olarak yanlış yöne götürüldüğümüzü anladığımda çok geçti.”

BÜLENT ECEVİT’İN ÇOK TARTIŞILAN İFADELERİ

1974-2002 yılları arasında, 37, 40, 42, 56 ve 57. hükümetlerde yedi seneye yakın başbakanlık yapan ve 2006 yılında vefat eden Bülent Ecevit, 17 Temmuz 2005’te Hürriyet gazetesinde yayınlanan röportajında şunları söylüyordu:

“Ben Vahdettin için hiçbir zaman hain demedim. Çünkü ne kadar zor koşullar altında padişahlık yaptığını biliyorum. Ülke işgal altındaydı. Ordusu kalmamış. Bu koşullar altında bile birçok önemli iş yaptı.”

Ecevit’in bu ifadeleriyle “Türkiye resmî tarihinin en büyük tabularından birini yıktığı” belirtilen bu röportaj birdenbire ülke gündemine oturmuş, yazılı ve görüntülü medyada müspet ve menfi yönde pek çok yayın yapılmıştı. Bunlardan biri Fikret Bila’nın Milliyet gazetesinin 21 Temmuz 2005 tarihli nüshasında “Vahdettin Düellosu” başlığıyla yayınlanan röportajıydı. Burada Ecevit şöyle diyordu:

“Benim söylediğim, sadece hain nitelemesinden önce o dönemi artık 80 küsur yıl geçtikten sonra daha ayrıntılı incelemek gerektiğidir. Nitekim, o dönemin entrikalı, karanlık günlerinde doğruların, gerçeklerin tam yansıması da mümkün değildir.

Nitekim o döneme baktığınızda Vahdettin’le Atatürk’ün yakınlığının eskiye dayandığını da görüyorsunuz. Mustafa Kemal’in Bandırma Vapuru’yla ve resmî görevli olarak Samsun’a yola çıkmasından Padişah Vahdettin’in ve İngilizlerin haberinin olmaması mümkün değildir.”

Bandırma Vapuru’nun Boğaziçi’nden, Saray’ın yakınlarından Mustafa Kemal ve arkadaşlarıyla hareket etmesinden ve popüler bir komutan olan Mustafa Kemal’in ordu müfettişi olarak resmen görevlendirilmiş olmasından Padişah’ın habersiz olması mümkün değil. İngilizlerin de. İngilizlerin Mustafa Kemal’i engellemeleri nasıl önlendi, bilemiyorum. Büyük olasılıkla İngilizlere Anadolu’da sükûnu sağlamaya gidiyor, demiş olabilirler.”

Fikret Bila söz konusu röportajında Ecevit’in ayrıca, “Son padişah Vahdettin ile Mustafa Kemal arasında eskiye dayalı bir yakınlık olduğunu, Vahdettin’in veliahtken, 1917’de, Almanya’ya askerî bir inceleme gezisi için giderken yanındaki yaverin Mustafa Kemal olduğunu hatırlattığını ve Vahdettin’in işgal altındaki İstanbul koşullarında hareket imkanının zaten bulunmadığını ancak Mustafa Kemal’in başlattığı Anadolu hareketini açıktan destekliyor görünmese de gidişine engel olmadığı” üzerinde durduğunu aktarıyor.

YAKIN TARİHİMİZLE BARIŞMALIYIZ

Ne yazık ki önceki birkaç nesil insanımızın beyni, okullarımızdaki tarih derslerinde yıllarca, Osmanlı ile Cumhuriyet’i birbirinin alternatifi sayan ve Cumhuriyet’in gökten zembille indiğini sanan sakat bir anlayış ile yıkanmıştır. Özellikle 1950’ye kadar okullarda yeni devletimizin, sanki Osmanlı bir düşmanmış da onunla savaşılarak kurulduğu öğretilmiştir.

Ama aradan neredeyse bir asra yakın bir zaman geçti. Artık tarihe mal olmuş hadiselere bağnazca yaklaşarak yakın geçmişimizi, Osmanlıya karşı bir nefret aracı hâline getirmekten bütünüyle kurtulmamız lazımdır. Yoksa böylesine çıkmaz bir sokağa girerek insanımızı kamplara ayırmak kimseye bir fayda getirmez. Yeni devletimize dört elle sarılırken bizlere 623 senelik muhteşem bir geçmiş bırakan ecdadımız Osmanlıyı kucaklamak, son asrın yaşattığı tecrübeler ışığında bize en yakışan davranış olacaktır.