30 Mayıs 1876 günü gerçekleşen askerî ihtilali geçen yazımda anlatmıştım. Bu menfur olayda, başta devrin Başbakanı, eski Başbakanı ve Danıştay

30 Mayıs 1876 günü gerçekleşen askerî ihtilali geçen yazımda anlatmıştım. Bu menfur olayda, başta devrin Başbakanı, eski Başbakanı ve Danıştay Başkanı, Milli Savunma Bakanı ve Genelkurmay Başkanı, Şeyhülislam yani Diyanet İşleri Başkanı, Askerî Şûra Başkanı, Donanma Komutanı ve Harp Okulu Komutanı olmak üzere daha nice devlet erkânı işin içindeydiler. Tabii cuntanın bir de İngiliz üyesi vardı: İngiltere’nin İstanbul Büyükelçisi Sir Henry George Elliot…
Padişah’a yöneltilen sözde suç, Meşrutiyet’e yanaşmaması, istibdat, yani tek adam yönetiminde ısrar etmesiydi. İhtilalcilerin görünürdeki masum (!) talepleri ise, memlekete İngiltere’deki gibi bir taçlı demokrasinin gelmesi, seçimlerin yapılması ve meclislerin açılmasıydı. Meşru padişahı tahttan indiren, bu yetmiyormuş gibi 5 gün sonra bileklerini kestirmek suretiyle katlettiren siyasetçi, asker, bürokrat ve din adamlarını, bu büyük hıyanete sevk eden esas sebep her zaman olduğu gibi makam hırsıydı. Öyle ki bu aşağılık emellerine erişmek için Padişah’ın tahttan indirilmesine imkân verecek içi yalanlarla dolu fetva hazırlamaktan ve yabancı devletlerin büyükelçileriyle işbirliği yapmaktan bile çekinmemişlerdi.



Uzun Türk tarihinde yaşanan darbeler, üç aşağı beş yukarı benzer özellikler gösterir ve iki kelimeyle özetlenebilir: Bir tarafın çevresindekilere aşırı güvenmesi yani bir bakıma tedbirsizliği, diğer tarafın ise makam hırsı. 140 sene arayla yaşadığımız 15 Temmuz 2016 darbe girişimi ile 1876’daki darbenin birbirine hangi yönleriyle benzediği konusunu siz okuyucularıma bırakarak Sultan Aziz’in tahttan indirilmesi ve hemen akabinde katledilmesinin ardından yaşananlara geçiyorum. Tam bu noktada merhum Yılmaz Öztuna’nın şu sözünü aktarıyorum: İhtilal olağan düzen değildir. Olağan dışı düzensizliktir. Düzenin yeniden kurulmasına kadar geçecek süre zarfında ne gibi gelişmeler kaydedileceğini, şimdiye kadar hiçbir ihtilalci ve hiçbir fikir adamı kestirememiştir.
Sultan Aziz’in tahttan indirilmesinden 16 ve öldürülmesinden de 11 gün geçmişti. 15 Haziran 1876 gecesi bir kabine toplantısı yapılması kararlaştırılmıştı. Toplantıda esas olarak Karadağ ve Girit’te çıkan isyanlar ve Avrupa devletlerinin bu isyanlar karşısındaki müdahaleci tutumları görüşülecekti.
Mevsimin yaz olması nedeniyle hükûmet toplantıları Bâb-ı Âlî yerine nazırların konaklarında yapılıyordu. O geceki toplantı da Şûrâ-yı Devlet Reisi Midhat Paşa’nın Beyazıt’taki konağında yapılacaktı. Boğaz’ın üst taraflarındaki uzak semtlerde oturan nazırlar dışındaki hükûmet üyeleri konakta toplandılar. Sadrazam Mütercim Rüşdü Paşa, Serasker Hüseyin Avni Paşa, Kapdân-ı Derya Kayserili Ahmed Paşa, Hariciye Nazırı Raşid Paşa, Maarif Nazırı Cevdet Paşa, Defter-i Hâkânî Nazırı Yusuf Paşa, devlet bakanlarından Hasan Rıza Paşa, Halet Paşa ve Şerif Hüseyin Paşa, teker teker makam arabaları ile teşrif ettiler.
İçkili akşam yemeği yendi. Birçok nazırın neşesi yerine geldi, hatta birçoğunun neşesi haddinden fazla arttı. Bu kafa ile imparatorluğun önemli bir dış meselesi görüşülecekti. Tabii Cevdet Paşa gibi nazırlar ellerini içkiye sürmüyorlar, fakat masada oturuyorlardı. Zemin katta, paşaların maiyetinde gelen adamlarına yemek çıkartılmış, onlar da içerek kafayı bulmuşlar, sonra bazıları da kumar oynamaya başlamışlardı. Sultan Aziz’i dini ihlal ediyor diye tahttan indirenlerin, memleket meselelerini içki sofralarında görüşmeleri ne yaman bir çelişkidir diye soracak olursanız, din adına ortaya çıkan FETÖ’nün, beş vakit namazını kılan, hanımının, kızlarının başı örtülü, dindar bir devlet başkanını öldürmeye çalışmasındaki çelişkiyi düşünmenizi tavsiye ederim.
Saat gece 22.30’a gelmişti. Görüşmeler ilerlemiş, fakat henüz noktalanmamıştı. Yabancı devletlere verilecek bir notanın metnini iki defa kaleme almış, beğenmemişlerdi. Bazıları içkinin zihinlerine verdiği bulanıklığı dağıtmak için fincan fincan kahve yudumluyorlar, bazıları sigara içiyorlardı. Böyle bir durumda hünkâr yaveri kordonları takınmış genç bir subay, yıldırım gibi bulundukları salona daldı. Bu subay, Sultan Aziz’in hanımlarından Nesrin Neş’erek Kadınefendi’nin kardeşi, Erkân-ı Harp Sağ Kolağası Çerkes Hasan Bey’den başkası değildi.



Sultan Abdülaziz Han, çocukları Mahmed Şevket Efendi ve Emine Sultan’ın dayıları olan bu kayınbiraderini çok sever, Avrupa ve Amerika'dan yeni silahlar geldiği zaman kendisini çağırır:
“Sen iyi nişancısın, iyi vuruyorsun. Şu silahı eline alıp bir tecrübe et bakalım, göreyim!” derdi.
Eniştesinin haksız yere tahttan indirilmesi ve ardından feci şekilde katledilmesi Çerkes Hasan Bey’i çok üzmüştü. Üstüne bir de ablasının ihtilalcilerin hoyratça davranışları yüzünden, eniştesinden bir hafta sonra 28 yaşında vefat etmesi, acısını daha da artırmış maneviyatını alt üst etmişti.
Hasan Bey bu ruh hâliyle, 15 Haziran 1876 günü bir çift altıpatlar revolveri beline sokmuş, şurasına burasına iki üç küçük tabanca daha yerleştirmişti. Ayrıca her zaman taşıdığı Çerkes kamasından başka iki kamayı daha üzerine almıştı.
Cibali İskelesi’nden kiralık kayıkla Kuzguncuk'a geçerek Hüseyin Avni Paşa'nın yalısına gitmişti. Uşaklardan Paşa’nın Midhat Paşa'nın konağına gittiğini, hükümetin gece orada toplanacağını öğrenmiş, hiç vakit kaybetmeden Beyazıt'a Midhat Paşa’nın konağına gelmişti. Kapıdaki ağalara:
“Serasker Paşa Hazretleri buradalar mı?” diye sormuştu. Saraydan bir haber getirdiğine şüphe etmeyen ağalardan biri:
“Yukarıdalar, ama çok acele değilse şimdi girmeseniz iyi olur. Hükûmet müzakere hâlinde.” diye cevap vermişti.
Bu sırada nazır paşalar, sıcak, içki ve fazla yemekten bunalmışlar, üzerlerine rehavet çökmüştü. Halet Paşa sıkılmış, koltuğunda oturmuyor, ayakta dolaşıp boyuna koltuk değiştiriyordu. Pencerenin önünde Raşid Paşa vardı. Cevdet Paşa, kapı tarafına düşmüştü, yanındaki koltukta eski serasker Rıza Paşa, onun yanında da Midhat Paşa oturuyordu. Karşıda Şerif Hüseyin Paşa ile Yusuf Paşa yan yana idiler. Başköşede Rüşdü Paşa, Avni Paşa ve Ahmed Paşa bulunuyordu.
İşte tam bu sırada Çerkes Haşan Bey, nazırların toplandığı salonun kapısını açmıştı. Ayağı ile kapıyı sertçe kapayıp, elindeki altıpatlar Amerikan yapısı tabancayı Hüseyin Avni Paşa'ya doğru çevirip:
“Davranma serasker!” diye bağırmıştı.



Salon bir anda karmakarışık olmuştu. Nâzırların çoğu ayağa kalkmıştı. Çerkes Hasan Bey, uzaktan Avni Paşa'ya iki el ateş etmişti. Kurşunlardan birini göğsüne, diğerini karnına yiyen Paşa, hemen can vermemiş, can havliyle sofaya atılmıştı. Fakat yere serilmiş, ama henüz ölmemişti. Fakat yediği kurşunlar amansızdı. Bilhassa karnına isabet edeni bağırsaklarını parçalamıştı, müthiş ıstırap çekiyordu. Hasan, Serasker’in arkasından atılmıştı. Bu sırada ihtiyar Kapdân-ı Deryâ Kayserili Ahmed Paşa genç subayı arkasından kucaklamıştı. Bir defa şiddetle silkinen Hasan kuvvetinin, Ahmed Paşa'nın kollarını çözmeye yetmeyeceğini hemen anlamıştı. Her saniyesi de sayılı idi. Uzunca bir mücadeleyi göze alamazdı. Sağ elindeki tabancayı bırakmaksızın, sol eliyle kamasını çıkarmış, Ahmed Paşa'nın bir kulağına kamayı dokundurmuştu. Kulağının dibi şiddetle kanamasına ve yüzü gözü kan olmasına rağmen Ahmed Paşa Hasan Bey'i bırakmamıştı. Hasan, arkadan göğsüne uzanan Ahmed Paşa'nın koluna kamayı saplamıştı. Yine bırakmayınca Ahmed Paşa'nın parmaklarını pastırma keser gibi dilimleyerek kesmeye başlamıştı. Artık mecali kalmayan Ahmed Paşa, Hasan Bey'i bırakmış, bu mücadele yarım dakikadan az sürmüştü.
Hasan Bey, sofada kanlar içinde yatan Hüseyin Avni Paşa'yı görmüşt. Serasker ölüm hâlindeydi. Fakat ne olur ne olmaz, işi şansa bırakamazdı. Ahmed Paşa'nın parmaklarını doğradığı kamayı, Paşa’nın üzerine çökerek vücuduna saplamıştı. Serasker, son defa titremiş, kasılıp kalmıştı. Çerkes Hasan, hıncını alamamıştı. Kamasını birkaç defa daha Hüseyin Avni'nin cesedine batırıp çıkarmış, bu arada nümayiş olsun diye bir iki kurşunu havaya sıkmıştı.



Sofadan salona döndüğü zaman, Raşid Paşa dışında tek kişi görememişti. Diğer bütün nazırlar salonu terk edip kaçmışlardı. Yalnız Hariciye Nazırı Raşid Paşa, oturmakta devam ediyordu. Hasan Bey, başına nişan alarak Raşid Paşa'ya ateş etmiş, Paşa, oracıkta hemen ölmüştü. Gerçi bir rivayet de şuydu: Baskın sırasında Raşid Paşa korkmuş ve kalp sektesinden oturduğu yerde ölmüştü. Çerkes Hasan, nazırın zaten ölmüş vücuduna kurşunu sıkmıştı.
Midhat Paşa, konak sahibi sıfatıyla hemen harem kısmına geçtiği için, kendini en iyi şekilde emniyete almıştı. Bu arada ihtiyar Serasker Müşir Rıza Paşa, hemen hane sahibinin peşine takılmış, o da Midhat Paşa ile beraber hareme geçerek canını kurtarmıştı. Yusuf ve Şerif Hüseyin Paşalar, salonun yanındaki odaya kaçmışlar, Cevdet Paşa da onları takip etmişti. Maliye Nazırı Yusuf Paşa, merdivenlerden birinden avluya inmiş, bir arabanın altında bir müddet saklandıktan sonra kimsenin gelmediğini görünce, sokağa çıkmıştı.
Sadrazam Rüşdü Paşa ise, Halet Paşa ile beraber, salonun karşı tarafına açılan odaya sığınmış ve kapısını kilitlemişti. Bu sırada işini bitiren Çerkes Hasan, Midhat ve Ahmed Paşaları öldürmek niyetiyle, Rüşdü Paşa'nın bulunduğu odaya gelmiş ve omuzlayarak kapıyı aralamayı başarmıştı.
“Aç Paşa, sana bir şey yapacak değilim. Rıza Paşa da eski seraskerimdir. Kayserili'yi verin, gideyim!” demişti.
Bu sırada Midhat Paşa'nın uşağı Ahmed Ağa, bir yatağanla Çerkes Hasan Bey'e arkadan saldırmıştı. Fakat bu işleri bilmediği için, sadece Hasan Bey'i ensesinden yaralayabilmişti. Hasan Bey, bir kurşun sıkarak onu da öldürmüştü.
Artık katliamın geçtiği salona asker gelmeye başlamıştı. İlk gelenlerden biri, Çerkes Hasan'ın kurşunu ile ölmüştü. Bir zaptiye eri idi. Hasan Bey ertesi günkü sorgusunda:
“Biçare bir zaptiyeyi öldürdüğüme, fakat özellikle de Midhat Paşa'yı öldüremediğime üzülüyorum!” demiştir.
Sonunda Çerkes Hasan Bey yakalanıp tutuklandı. Beyazıt’taki Seraskerlik binasına götürülüp sorgusuna başlandığında vakit gece yarısını geçiyordu. Yaralarına bakmak için gelen doktora:
“Teşekkür ederim Cerrah Bey, beni hemen yarın ya asarlar ya da kuruna dizerler. Boşuna zahmet etmeyin.” demiştir. Yine sorgusunda:
“Bu işi nefsim için yapmadım, millet için yaptım. Öyle bir şey yapmalıydım ki, ibret olsun, bundan sonra kimse padişahı tahttan indirmeye cesaret edemesin.” demiştir.
Çerkes Hasan Bey 17 Haziran 1876 günü sabah erken saatte, Beyazıt’taki büyük kapının önündeki dut ağacına asılarak idam edildi. O günden beri herkes kendisini milli bir kahraman olarak görmüştür. Edirnekapı’daki kabrinin taşında şunlar yazılıdır:
“Meşhur kumandanlardan ve Çerkes gazilerinden Gazi İsmail Bey’in oğlu olup Harbiye Mektebini bitirerek kolağası rütbesini almış iken, genç yaşında velinimeti uğrunda canını feda eden, merhum ve mağfur Çerkes Hasan Bey’in ruhu için el-Fatiha”