Dimitri amca Kurtuluş’ta üst komşumdu. Evlenize konuk olacağız bugün Dimitri amcayla. Tabii müsaade ederseniz. Karısı yıllar önce ölmüş, o

Dimitri amca Kurtuluş’ta üst komşumdu. Evlenize konuk olacağız bugün Dimitri amcayla. Tabii müsaade ederseniz.
Karısı yıllar önce ölmüş, o da kapının karşısındaki bordo kadife, ortası çökük, tamamen solmuş koltuğunda oturup, ölümün içeri girmesini bekliyordu, öyle derdi hep. Az sonra gelecek beni almaya, karım, baldan tatlım bensiz yapamaz gelecek, bekliyorum. Her daim temiz ve titiz görünürdü. Karısı öleceği güne kadar tüm kıyafetlerini ütülemiş, gömleklerinin yakasını kolalamıştı.
Ne tatlıydı Dimitri amca. Bembeyaz seyrek saçları, çilli suratı, kuru çatlamış toprağı andıran suratı, ince uzun boynu, gençliğinde yakışıklıydı. Siyah beyaz fotoğraflardan mavi gözleri çakmak çakmak yanıyor, kendisini belli ediyordu. Kadınların yüreğini bir bakışta hoplatan iri mavi gözlerini sadece karısına saklamıştı.
Dimitri Amca benim kahveme bayılırdı; karısı da güzel kahve yaparmış, bol köpüklü, kıvamlı, telvesini bile ziyan etmezmiş. Onun yaptığı kahve gibi kokuyormuş benimki de. Kahveler hep aynı kokar desem de fikirlerinin tartışılmasını pek istemez, ihtiyar huysuzluğuyla söylenir, hayır öyle değil diye iddia ederdi. Ben de onun plaklarına bayılırdım bir de huysuzluklarına.
Titiz olmasına karşın, karısı öldükten sonra temizlik yapamadığından rafları toz yığınından görünmeyen kitaplığında tanımadığım, adını ilk kez duyduklarım, çok bildiklerim, başucu yazarların hepsinden karma bir arşivi vardı. Saman sarısı kâğıtların olduğu ayrı bir rafta da karısına ithafen yazdığı şiirler diziliydi.
Keyfi yerindeyse yarım camlı gözlüğünü burnunun üstüne iliştirir, bana okurken o günlere giderdi. Şiirlere daldığında karşısında karısı varmış gibi önce heyecanlanır, saçını düzeltip, boğazını temizler sonra sayfalarca okurdu.
Yıllardır özenle biriktirdiği plaklarını dolabın bir köşesine istiflemişti. Tozlarını almamı rica ederdi. Hiçbirini tanımıyor olsam da, taş plağın çıkardığı cızırtıyla bütünleşen ezgiler beni evden çok uzaklara götürürdü.
Savaş ve kıtlık zamanında nasıl okula gittiğini, parasızlık ve sefalet içindeyken bile bir harf öğrenebilmek için kilometrelerce yürüyen çocukların mücadelesini anlatırdı. Yiyecek yemekleri olmadığı için günlerce aç kaldıklarını, giyecek kıyafetleri kalmadığı için ipek böceklerini nasıl bir odaya kilitleyip ürettikleri ipliği dokuyarak nasıl karısının ona fanila don yaptığını anlatırdı. O yüzden ekmeğin kırıntısını bile atmazdı. Çok değerliydi onun için. Kıtlık dönemi aklına gelir, israf kötü şey evladım, malının kıymetini bileceksin. Tanrı’ya her zaman dua edeceksin, dün yaşadığın için bugün yaşıyor olduğun için şükredeceksin derdi.
Arada tadı yok der dururdu. Ağız alışkanlığı haline gelmişti. Neyin tadı yok Dimitri Amca, dediğimde yok evladım yok derdi.
Neyin tadının olmadığını hiçbir zaman söylemedi. Şimdi düşünüyorum da sanırım tadı olmayan hayattı onun için.
Sevda kaçsın çayınıza.