Otobüs hareket ettiğinde hemen uyuyan ben, bu sefer gece bekçililerine dönmüş, uyumamak için yemin etmiş gibiydim. Saat iki olmuş, muavin son filmi izl

Otobüs hareket ettiğinde hemen uyuyan ben, bu sefer gece bekçililerine dönmüş, uyumamak için yemin etmiş gibiydim. Saat iki olmuş, muavin son filmi izletmiş, çay servisini çoktan bitirmişti. Kaptan karanlık yolları arabesk şarkılarla yarmaya başlamış, önümdeki, arkamdaki, sağımdaki, solumdaki tüm koltuklar sonuna kadar geriye açılmış, uyku pozisyonu alınmıştı. Ve tabii ki çeşitli makamlardaki ve tonlardaki horlamalarla içerisi çoktan operaya dönmüştü. Kısacası her şey uyumam için hazır hale gelmiş ama ben, yolculuğumu uyumayla geçiren ben, bu gece uyuyamamıştım. Keşke kitabı erken bitirmeseydim, nerden baksan daha sekiz saat var diye can sıkıntısıyla soğuk cama yüzümü yaslanmıştım ki otobüs puflayarak durdu. İçerideki kimseden hareket olmadığına göre anlaşılan bir yolcu alınacaktı. Orta kapıya yakındım. Kapı açıldığında yolcudan önce içeriye keskin ve davetsiz bir soğuk girdi. Uyuyan uyumayan herkese hoş geldin deyip gitti. Herkes hoşmediye karşılık olarak, elbisesini ya da üzerine örttüğü battaniyesini samimiyetle üzerine çektiğine göre Sivas’a yakın olmalıydık.
Nerede olduğumuzu anlamaya çalışırken orta boyun biraz üzerinde, elli yaşlarında, siyah ve kalına kaçan kaş ve bıyıklı yolcuyu gördüm. Peşinden hanımı olduğu anlaşılan bir kadınla, on-on iki yaşlarında efendice olduğu anlaşılan bir çocuk girdi. Koltuğum kapıya yakındı ve yanım boştu. Acaba buraya mı oturacak diye düşünürken muavin yolcunun biletine baktı ve yanımı işaret etti. Çocukla annesi karşıya yönelirken, ilk izlenimime göre halinden vakar ve ciddiyet taşan yolcu yanıma doğru yürüdü. Siyah pardüsösü ve küçük bavulunu üst bölmeye yerleştirdi, el çantasını yanına aldı. Hayırlı geceler deyip koltuğa yerleşti.
Siz de uzun yolculuklar yapmışsınızdır. Bilmediğiniz biriyle hele hele geveze biriyle yolculuk yapmak işkencedir. Yolculuk çilesi yanınızdakinin vır vırlarlarıyla iyice çekilmez hale gelir. Uyku numarası bile sökmez böyle durumlarda. Münasebetsiz adam uyuduğunuza bakmaz, eliyle sizi dürtüp uyandırır da kaldığı yerden anlatmaya devam eder hani... Bir insanı tanımak için onunla üç yerde bulunmanız gerekliymiş. Bu üç şeyden birinin yolculuk olduğunu söyleyenler çok doğru söylemiş. Fakat her zamanın aksine bu gün, belki uykusuzluğumdan belki adamın güven veren halinden bilemiyorum, geveze olmayı göze alarak sohbeti ben açmak istedim.
“Yolculuk nereye abi?” diye çekine çekine sordum. Adam yüzünde ölçülü bir gülümsemeyle “Trabzon’a” dedi. Konuşma böyle başladı. Fakat bitmedi, bilakis kendiliğinden akıp giden hoş bir sohbete döndü. İlerleyen saatlerde adının Hikmet olduğunu, Orman müdürlüğünde çalıştığını öğrendiğim abiyle saatlerce koyu bir sohbete daldık. Acil bir sebep yüzünden memleketi Sivas’a gelmiş. Şimdi dönüyorlarmış.
Bir inanışa göre, bazı insanların ruhlar yaratıldığında birbirlerini görür, tanırmış. Dünyada ilk karşılaştıklarında birbirlerini sanki yıllarca tanıyormuş gibi olurlarmış. Doğrusunu isterseniz Hikmet abinin babacan halini görüp, latif sözlerini dinleyince bu inanış aklıma geldi. Az önce iki yabancı olarak oturduğumuz koltuklarda sanki birbirini yıllarca tanıyan iki tanışa dönmüştük.
Bir ara konu benim memleketime geldi. Oldukça ilgisini çekmiş halde “Haa …………. Orası mı? Bundan yirmi yıl kadar önce orada bulundum.” Dedi. Fakat sonra her nedense sanki dediğine pişman olmuş bir keskinlikte aniden durdu. Birkaç saniye sessiz kalıp sonra da acı bir gülümsemesini görünce iyice meraklandım. “Ne oldu abi? Memleketim ile ilgili iyi hatırlarınız yok herhalde?” dedim. Cevap gecikince pot kırmış gibi hissettim ve pişman olup keşke sormasaydım diye düşündüm. Fakat sonra Hikmet abi yüzünde acıyla karışık bir neşe ile şehrim için enteresan bir cümle kurdu: “Senin orası tek günlük memleket” dedi. “Tek günlük mü? O nasıl oluyor abi ya?” diye sorup anlatmasını istedim. Arkasına yaslandı. Bu arada muavin uyumadığımızı görmüş olmalı ki çay getirdi. Çayı aldık. Hikmet abi anlatmaya başladı.
“ Şehrine müdür olarak atanmıştım. Görevde ikinci yılımdı. Daha ilk iki yılda öyle muazzam işler yapmış, ulusal haberlere konu olmuştum. Kendimi övmek için demiyorum. Bunu herkes söylüyordu. Şimdi sayamayacağım bu üstün başarılardan dolayı yirmi dört yaşındaki ben müdür olarak ödüllendirilmiştim.” Bana döndü yaşımı sordu. “Senden iki yaş büyükmüşüm. Ne de gençmişim be!” diye güldü. Sonra devam etti.“Hatta sana enteresan gelir o zamanlar hemşehrim olan Orman bakanı teşekkür belgesini bana kendi eliyle vermiş, gelecek yıl inşallah daha yüksek makamlar için tayin yaptıracağını, buna inandığı söylemiş, öyle göndermişti.”
Yine yüzünde o enteresan gülüşle sessizliğe bürününce “Ve bizim şehre geldiniz dedim. Yani tek günlük memlekete” Acaba yine pot kırmış olabilir miyim diye düşünüp gelecek cevabı biraz kaygıyla bekledim. “Evet, tek günlük memlekete” dedi. “Aşk ve şevk doluydum o yıllar. Görevimi en iyi şekilde yapacak, ülkeme hizmet edecektim. Etten kandan değil bildiğin idealistlikten yaratıldığımı düşünüyordum o sıralar.” derken yanımda olsa da o yıllara gittiği her halinden belli oluyordu.
“ Beklemeden hemen ilk gün erkenden görevime başladım. Görev yaptığım kuruma geldiğimde yaşımın genç olmasından mı yoksa erken gelmemden mi bilemediğim tam bir şaşkınlık vardı. Fakat gerçek vatansever görevini en iyi yapandır düsturu gereği hemen işe koyuldum. Personelimle tanıştıktan sonra yardımcım konumundaki üç kişiyi çağırdım ve yapılması gereken ilk işi sordum. Bunlar Reşit, Mesut ve Ahmet adındaki üç müdür yardımcısıydı. İlk iş bir resim yarışmasıymış. Okullara orman konulu resim yarışması duyurusunun yapılması ve derecelerin belirlenip ödüllendirilmesi…”
“İlk işiniz çok basitmiş” dedim. Hikmet abi bana baktı ve “Ben de öyle zannetmiştim biliyor musun?” dedi. Arkadaşlar duyuruyu görevli kurumlara iletsinler dediğimde yardımcılarım içinde en tecrübelisi, kendisinin dediğine on bir müdür uğurlamış olan Mesut bey, “Göndermiş gibi yaparız efendim, sonuçla belli zaten” dedi. “Nasıl yani?” dedim. “Kimlerin ödül alacağını biz zaten biliyoruz. O yüzden sonuç bizim seçtiğimiz bir arkadaşımızın okuluna hasseten gidecek” dedi.
Arkadaşımız dereken sesinde oluşan kalınlaşmayı fark etmemenin imkânı yoktu. “Olur mu öyle şey. Adil bir yarışma olsun. Kim hak ediyorsa o kazansın” dedim. Ben bu basit meselenin bitirip bir an önce mühim işlere geçmek için Mesut beyle konuyu tartışırken diğer yardımcılardan Reşit Bey, bu gün bile hatırladığım gözlerinde sinsi bir ışıkla adeta varlığını unutturmuş bir şekilde bizi dinliyor, not alıyordu. Üçüncü yardımcım Ahmet beyse devamlı esniyor, esnemeden yorulduğu zaman ise gözlerini dinlendirmeye geçiyor sonra da tekrar uyuyordu.
“Müdür bey, bakın siz yeni sayılırsınız. Eğer sizin dediğiniz gibi yaparsak sıkıntı olabilir” diye itiraz etti. Basit zannettiğim mesel gittikçe sıkıntılı bir hal almaya başlamıştı. Ama otoritemi konuşturmalıydım. Üstelik doğru olanı yapmadıktan sonra niye oradaydım ki. “Hayır efendim, Ne münasebet! Yarışma herkese duyurulacak. Adil bir jüri oluşturulacak ve dereceye girenler hakkaniyetli bir şekilde ödüllendirilecek. Bu kadar!”
O ana karda hiç konuşmayan Reşit Bey o kadar keskin bir şekilde “Müdür bey!” diye seslendi ki uyuyan Ahmet bey bile daldığı derin uykusundan uyanmak zorunda kaldı. Ama tabi çok geçmeden esnemeler eşliğinde uykusuna tekrar geri döndü. Reşit bey kesin ve üst perdeden konuşmasına başladı. “Müdür bey, diğer okullarda muhalif parti ve görüşte kişiler var. Resim alanında oldukça yetenekli kişiler bunlar. ” “Ee olsun” deyince Reşit ve Mesut beylerin halime acıyan ve “bu kadar da saf olunur mu kardeşim. Bir de müdür olmuş” der gibi bakmalarını görmeliydin. “Bizim arkadaşlar varken onlara mı ödülü vereceğiz?” Reşit bey bunu derken bir an kendimden şüpheye düşmedim değil ama sonra “Eğer kazanırlarsa niye olmasın?” dediğimde hallerinden sanki kendimi anlamadıkları bir dili konuşuyormuş gibiydim.
Daha fazla dayanamadım. Tüm iyi niyet ve samimi hislerimle konuyu bitirmek için “Beyler” diye söze başladım. “Bakın sizler benden daha tecrübelisiniz. Benden daha iyi bilmeniz gerekir. Bir yerde ehil olan, hak eden kişi hakkını almazsa orada çöküş başlamaz mı? Hizipçilik, particilik, ayrımcılık olan neresi var ki yükselmiştir, ilerlemiştir. Meselemiz büyükse, ülkemizse küçük şeylere niye takılıyoruz? Önemli olan millet mi yoksa bizimkiler mi? Biz bu makamlara adil olmak için gelmedikten sonra, bu ülkeye nasıl hizmet edebiliriz. Eğer şu sizden, şu bizden diye insanları haklarından edersek, bizden daha adi ve ülkesine, milletine zararlı kim olabilir. O yüzden bu basit yarışma yapılacak ve adil şekilde değerlendirilip kim kazanmışsa ödüllendirilecek” dedim.
Elindeki çayı bitmişti. Bana döndü “Biliyor musun bir şeyi inanarak söylerseniz sözlerinizdeki etki artıyor. Ben bunları o kadar inanarak ve içten söylemiştim ki uyuyan Ahmet Bey bile uyanmış hepsi pür dikkat dinlemişlerdi. Üçü de garip bir şekilde itirazı kestiler. “Tamam, efendim biz ilgileneceğiz” diye odamda çıktılar.
Hikmet beyin fikirlerinden ne yalan söyleyeyim ben de etkilenmiştim. Bu arada otobüsümüz bir dinlenme tesisine gelmişti. Oldukça ilgimi çeken anısı için: “Efendim devamını dışarıda çay içerken anlatırsınız. Buyurun çay içelim” derken niyese böyle vatansever ve idealist insana karşı en azından bir çayla da olsa hizmet etme arzusu uyanmıştı.
Hikmet bey kalktı pardüsösünü giydi. Gülümseyerek “Devamı yok ki” dedi. “Ertesi gün masamda görevimin sona erdiği ve başka bir ile memur olarak atandığımı bildiren bir kâğıt buldum. Ben de o gün ayrıldım.”
Bu sonu beklemiyordum. “Nasıl yani, nerden gittiniz?” diye öylesine sorunca “Nerden olacak senin tek günlük memleketinden” dedi.