Her kışın bir baharı, her gecenin bir sabahı vardır” demişler, ama 06 Şubat gecesinden beri, gün doğmuyor. Bu kışın soğuğu, içimizi titretiyor. Aynı sabaha, aynı karanlığa uyanıyoruz. İl, memleket, insan fark etmeksizin hepimiz enkaz altında kaldık. Şimdi nasıl tekrar aydınlığa çıkacağız? Bir daha gün nasıl doğacak? Güneş nasıl içimizi ısıtacak? Bahar nasıl yüzümüzü güldürecek? Buradan baktığımızda hala o kadar uzak bir yarın ki…

Normalleşmekten bahsediliyor. Hayat eski rutinine geri dönmek zorunda, acımız içimizde gibi yazılar okuyorum. Eskiden bu kelimeyi, depremden kurtulanlar için söylerdik. Yaşadıkları acı, içlerini titreten korku biraz hafiflemeye başladığında, artık deprem korkusunun içinde çıkıp, yarın endişesinin içine düşmeye başladıkları minik adımlar atılmaya başladıkları zaman “normalleşme başladı.” diyorduk. Enkaz altında kalanlar, saatler, günler sonra kurtarılanlar, tüm ailesini bir gecede kaybedenler için bir hayat adımıydı. Çocuğunun gideceği okulu düşünmek, çadırdan çıkıp, yemek sırasına girmek, küçük bir çocuğun bahçede oyun oynamaya başlaması… Bize yeni bir umut aşılıyordu. Şimdi okuduğum “normalleşmeler” içeridekiler için değil, dışarıdakiler için söyleniyor.

Günler geçti, geceler bitti, şimdi hayat devam ediyor; sosyal medyada fotoğraf paylaşabiliriz, elimizde salep, soğuk bir kış akşamında bir selfie atabiliriz, konserlere gidebiliriz, deli gibi eğlenirken hikaye paylaşabiliriz, ne de olsa hayat devam ediyor… Tabi ki bazı şeyleri yadsınamayız, ama dışarıdaki normallik için çok erken değil mi? O kadar çok yarım kalmış hayatın, üzerimizde izleri var. Bir diziye kaldığım yerden devam ederken, eski tadı alamıyorum “acaba bu bölümü bekleyen kaç kişi enkaz altında öldü?” diye düşünmeden edemiyorum, futbol maçlarını izlerken “acaba kaç kişi, bu sene tuttuğu takımın şampiyon olduğunu göremeyecek?” diye içimden geçirmeden yapamıyorum… Bir yarım kalmışlık oturdu üzerimize, günler günleri atlatsa bile unutulmayacak, karanlık bir gecenin sisini taşıyorum kalbimde.

6 şubat gecesi hikayesi yarım kalanları düşünmeden yapamıyorum. Kiminin mezarı bile yok, gömülenler arasında kimliği tespit edilemeyenlerin mezar taşına sıra numarası yazıldı, isimleri yazanların, tamamlanmamış hikayeleri taşlarına asıldı… Aynı soyadından 6-7 kişinin ismi yazıldı mezarlara, bu hayatı birlikte tamamlayamadılar, ama ölüm onları aynı toprakta birleştirdi… Kimileri mezarların üzerine battaniye örterken, kimileri depremzedelerin enkaz altından kurtarılan bere, eşarp, atkı, tişört gibi kişisel eşyalarıyla mezar taşını giydirdi. Depremde ölen gelinlik, genç kızların mezar taşına beyaz duvaklar bağlandı, okuma hayali yarım kalan öğrencilerin mezarlarına kalemler bırakıldı.

Şimdi bu üstü toprakla örtülen hayallerin, umutların, yarınların hesabı nasıl verilecek? İnsanlığın her geçen gün can çekiştiğini görüyorum; bir yanımız birbirimizi sıkı sıkı tutuyorken, diğer taraf uçurum. İçten içe parçalanıyor, acılarımızın içinde un ufak olduğumuzu hissediyorum. Ölenler kadar, hayatta kalanların bundan sonra nasıl bir yarına uyanacaklarını, düşünüyorum.

Acının dili olsa, 6 Şubat gecesinden, şimdiye kadar çığlık çığlığa bağırırdı. Acının insanın içinde, tam kalbinde bir dili var ve gerçekten insan olanların vicdanları, merhametleri, insanlıkları çığlık çığlığa bağırıyor; hem de sağırlara bile seslerini duyurabilecek güçte…

Tekrar ayağa kalkmak için daha çok erken. Üstüne toprak atılan mezarların taşları soğumadı, koca şehirler yıkıldı, o tuğlalar kalkmadı; kefen param diye yastık altına gömdükleri, benden sonra evlatlarımın diye içinde yaşadıkları evler yok oldu, daha o enkaz kaldırılmadı; koca bir kış geçti 10 ilin üzerinden, henüz bahar kapımızı çalmadı… Daha, yarın demek için çok erken; hepimiz normal hayatına dönerken, o 10 ilde hayat bundan sonra asla eskisi gibi olmayacak.

Kalbimiz en derinden kanıyor, teselli sözleri avutmaya yetmiyor. Korkularımızın her geçen gün daha çok arttı, kendi sorduğumuz sorulara bile cevap veremez duruma geldik. Deprem uzmanları her gün çıkıp “İstanbul depremi kapıda” diyor. Bir yanımız kayıplarımızın yasını tutarken, bir yanımız can korkusu içinde uykusuz geceler geçiriyoruz. Hem kendi canımız, hem sevdiklerimizin canı Allah’a emanet. Hep yarından bahsediyoruz ya, artık yarın için kim bu kadar emin konuşabilir ki? Ölüme bu kadar yakın, acının içine batmış, elimizde sevdiklerimizi gömdüğümüz toprak kokusu, bir daha hiç uyanamayacakların yası içimizi yakarken, bir daha nasıl, 6 şubat gecesinden önceki sabaha uyanabileceğiz?