Ğ2012'nin sonbaharı… Ekim ayı ve hüzün, Ankara’ya çok yakışmış... Ulucanlar Cezaevindeyim. Garip duyguların ve yal

Ğ2012'nin sonbaharı… Ekim ayı ve hüzün, Ankara’ya çok yakışmış... Ulucanlar Cezaevindeyim. Garip duyguların ve yalnızlığın tedirginliği eşliğinde, müze yapılmamış, eskiden açık cezaevi olarak kullanılan, atölyeler kısmını gezdim ilk önce…



Kuzeye doğru gidip Ankara Kalesi’nin, alt taraftaki gecekonduların ve muhtemel bir kentsel dönüşüm çalışmalarının yapılacağı binaların birkaç fotoğrafını çektim.



Tekrar giriş kapısının olduğu yere geldim. Büyük bir binanın beline yazılmış, Nazım Hikmet’in dizelerine, öylece dalıp gittim. Bu dünyadan Nazım Hikmet’in de geçtiğini, onun da çok pazar günleri yaşadığını hayal ettim. Sanki Nazım’ın çektiklerinin sorumlusu benmişim gibi içim ezildi.



“Bari kantin’de bir şeyler içeyim.” dedim. Çayın yanında iki gözleme ısmarladım kendime… Sıcak ve yağlı gözlemenin birini ancak bitirebildim, diğerini de paket yaptırdım.



Bana çay veren, konuşmasından, duruşundan Ankara’nın uzak beldelerinden olduğu belli olan kadın ile konuşmaya çalıştım. Baştan isteksiz davrandı. Biraz zaman geçince, daha doğrusu iş arkadaşı bir yerlerden dönüp gelince, bana alışmış gibi göründü.



Hep yaptığım, sonra da rahatsız olduğum gibi, ona (gereksiz) sorular sordum. Kocasının hiçbir iş tutmadığını öğrenince üzüldüm ve “Eşin ne iş yapıyor?” diye sorduğuma bin pişman oldum.



Yediklerimin, içtiklerimin parasını verdim ve fiyatların uygun olduğunu gördüm. Hamarat Kadınlar, “Esas gezilecek yerin yan taraf olduğunu” laf arasında söyledi. Devirdiğim çam yüzünden, tadım kaçmış olmasına rağmen, onlara bir baş selamı daha vererek, dedikleri yere ayak sürüdüm.



Sürekli, elindeki telefonla oynayan görevliden bilet aldım. Bu Belediye Görevlisinin isteksiz haline bakmadan, birde Ulucanlar’ı anlatan kitapçık istedim kendilerinden… Elini mecburen kaldırdı, bakmadan aradığını buldu, sonra istediğim şeyi uzattı bana. Teklif edince de “Para istemez,” dedi.



Beni ilkin, alçak, dar, dehliz gibi yerler karşıladı. Başımı ve belimi eğerek içeriye adımımı attım. Girer girmez, saç telimden ayak tırnağıma kadar ürperdim. O kadar ki bir yazar (adayı) olarak, bir düşünce suçu işlemiş ve apar topar ‘içeriye’ alınmış gibi hissettim kendimi… Artık kendisini neler beklediğini tahmin edemeyen, boynu bükük, kederli ve yol iz bilmez bir mahkûmdum.



Küçük, kavruk ve izbe koridorlardan geçiyordum. Hücrelere yerleştirilmiş hoparlörlerin içindeki, inleyen, bağıran ve çocuklar gibi ağlayan insanları işitmek dengemi bozuyordu. Boğazımın ortasına bir yumru geldi oturdu, nefes almakta zorlandım.



Bir anda Tatar Ramazan, İki Kızgın Adam gibi filmler yerleşti belleğime. Beynim, sert mizaçlı Cezaevi Müdürü Nasır Melek ve suça sürüklenmiş, yakışıklı ve karizmatik Kadir İnanır ile meşgul oldu.



Murat (Kadir İnanır) cezaevine girdiğinde, çocukken evlerine gidip geldiği Cezaevi Müdürü’ne öyle bir posta koyuyordu, heyecandan içim üşüdü. Müdür (Nasır Melek) de her seferinde gayet babayani bir şekilde “Söndür o sigarayı!” diyordu ki adama sonsuz saygı duyasın geliyordu.



Ardı sıra içinde ‘tel kadayıfı’ olan duygusal sahnelere geçiliyordu. Murat (Kadir İnanır) hüzünle ve özlemle ceza evi müdürünün eşi Leman Teyze’nin yaptığı ‘tel kadayıfı’na uzanıyordu. İnsanın ‘tel kadayıfı’ yiyesi geliyor ve o eski bayramları, o tozpembe bayram sabahlarını özlüyordu bir an…



Sonra birden kısa saçlı, hafif kilolu Tatar Ramazan “Merhaba yarenler, merhaba dava arkadaşlarım…” diye bağırdı. Yetmedi “Gardiyan, ben bu oyunu bozarım,” diyerek adeta kükredi.



Avluya çıktım, volta atar gibi yürüdüm, Hilton denilen ikişerli odalara girdim. Etrafta, o odada kimler yatmışsa onların resimleri, özgeçmişleri ve cezaevinde yaşadıkları yazılıp asılmıştı. Duvarların sıvası, insan hayatı gibi dökülmüştü. Ranzaların soğukluğu insana hâlâ korku verebiliyordu.



Okları takip ettim. Önüme gelen yerlerde tek tek kimlerin kaldığını öğrenmeye çalıştım ve o mahkûmların hayatlarını okudum. Her adımda ayrı ayrı fotoğraflar çektim. Durup irdeledim, o günlere gitmeye, o insanların yaşadıklarını hissetmeye ve kendimi onların yerine koymaya gayret ettim.



Sonra büyük koridorları, geniş koğuşları, paslanmış, soğuk zincirleri, kimlerin kaşık saldığını bilmediğim çanakları, tabakları, boynu bükük suçluların su içtiği sürahileri, çelimsiz ellerin kullandığı maşrapaları, leğenleri, çaydanlıkları, bardakları, testileri, toprak kapları ve eski püskü sobaları gördüm.



Solmuş battaniyeleri, sarımtırak yastıkları, sonradan yapılmış olsa da aynı etkiyi veren balmumu heykelleri, burada yatan yazarların, şairlerin, siyasetçilerin her yerde karşıma çıkan tedirgin ve her şeye alışmış fotoğraflarını, Deniz Gezmiş ve arkadaşlarının, Talat Aydemir ve bir arkadaşının asıldığı darağacını, yerinde görünce korkum, tuhaflığım ve üzüntüm dağlar kadar oldu.



En çok da hükümlülerin bireysel, küçük eşyaları ile karşılaşmak insanı olduğu yere çiviliyordu. Mahkûmların; saatleri, yelekleri, kasketleri, kalemleri, solmuş gömlekleri, gerermiş (sararmış) ceketleri, kazakları, hırkaları, mendilleri, mektupları, yırtık zarfları, ufak topları, daktiloları, zımbaları, delgeçleri, gözlükleri, tespihleri, defterleri, sazları, namaz takkeleri, meshleri, seccadeleri, sigara paketleri, muhtar çakmakları ve eski fotoğrafları camekânlar içine alınmıştı.



Sergilenenlerden, önüme gelen herhangi bir görevliye, en az bir soru sorduğum için ayaküstü anlatılanlardan ve hükümlüler tarafından, boyası dökülmüş duvarlara, yetişilmesi güç tavanlara gelişigüzel yazılmış el yazılarından başım döndü belki de… Sinema salonunda seyrettiğim kısa filmden, burada kalanların çektiği eziyetler, yakınları tarafından anlatılırken gözyaşlarımı tutamadım.



Doksan yıllık Ulucanlar Cezaevi’nin çatısı altında, Necip Fazıl Kısakürek’ten Nazım Hikmet Ran’a, Yılmaz Güney’den Fakir Baykurt’a, Deniz Gezmiş ve arkadaşlarından Osman Bölükbaşı’na, Osman Yüksel Serdengeçti’den Talat Aydemir’e, Muzaffer İlhan Erdost’dan Sait Özdemir’e, Oral Çalışlar’dan İpek Çalışlar’a, Cevat Şakir Kabaağaçlı’dan Metin Toker’e, (Ahmet Arif’e, Muhsin Yazıcıoğlu’na, İskilipli Atıf Hoca’ya, Behice Boran’a ve Necdet Adalı’ya) kadar, ismi şu an hatırıma gelmeyen onlarca, bu ülkenin okumuş yazmış ve öne çıkmış insanları gün saymıştı.



Ben de, işte bu yüzden, o zaman ki yazarların, şairlerin, siyasilerinin ve dahası benim yaşımdaki gençlerinin çektiklerini anlayıp idrak edince, kendimden utandım resmen... Şimdi ekranlarda, reklâmlarda ve belediyelerin ilan panolarında boy gösteren sözde büyük yazarları gözümün önüne getirince, aradaki farkı anlayıverdim.



Buranın, ben de bir anısının olması için, baktıkça Ulucanlar’ı hatırlayayım diye, üstünde Nazım Hikmet’in resminin olduğu bir bardak satın aldım. Cezaevi’nden sersemlemiş bir şekilde çıktım.



Türkiye’de yazarlığın, bir adım öne çıkmanın getireceklerini düşüne düşüne yürüdüm… Ahmet Kaya’dan (bir Ahmed Arif şiiri olan) ‘Hasretinden Prangalar Eskittim’ şarkısı bana eşlik ediyordu… Dilimde; bir bayram günü, gülümseyerek tel kadayıfı yiyen Nazım Hikmet’in mısraları…



Bu gün Pazar.



Bu gün beni ilk defa güneşe çıkardılar.



Ve ben ömrümde ilk defa



Gökyüzünü bu kadar benden uzak



Bu kadar mavi,



Bu kadar geniş olduğuna şaşarak,



Kımıldanmadan durdum.



Sonra saygı ile toprağa oturdum,



Dayadım sırtımı duvara.



Bu anda ne düşmek dalgalara…



Bu anda ne kavga, ne hürriyet, ne karım.



Toprak, güneş ve ben…



Bahtiyarım…