Hoş geldin Beste. Öncelikle İstanbul hikayenden başlayalım istiyorum. Neden geldin? Nasıl geldin?

Merhaba, hoş bulduk. İstanbul’a gelmek bu zamana kadar aldığım en büyük riskti aslında. Küçüklüğümden beri sanatın birçok dalına ilgim vardı. Müzik, resim, tiyatro, dans. Bale yaptım, güzel sanatlarda resim okudum. Herkes resim bölümüyle ilgili bir meslek seçeceğimi düşünürken ben son sene “İstanbul’a gidip tiyatro sınavlarına hazırlanacağım.” dedim. Zaten içimde hep bir İstanbul’a gelmek, tiyatro yapmak isteği vardı. Ailem bana her konuda, her yapmak istediğim şeyde destek oldu. Mezun olduktan birkaç ay sonra,  bilmediğim, hiç tanıdığım olmayan İstanbul’a geldim. O yıllar Gezi olaylarının başladığı yıllardı. On sekizimde heyecanla, kaosla geldim işte. Zaten on dört, on beş yaşımda yalnız yaşamayı öğrenmiştim lisede yurtta kaldığım için. O yüzden tek başına kalmakla ilgili çok büyük bir sıkıntı yaşamadım. Babam beni bir yurda yerleştirdi. Eğitim de almaya başladım. Serüven böyle başladı.

Nelerle karşılaştın, nasıl bir süreçti?

Geldiğimin ikinci günü eylemin içinde kalmıştım. İnsanlar anladı İstanbullu olmadığımı, maske falan vermişlerdi, hiç unutmuyorum. Gündüz tiyatro eğitimi, akşam eylem. Öyle bir hayat geçti bir ay falan... Çünkü dönüş yolum hep kapatılmış olurdu. Annem telefonum kapalı olsa, eylemde tutuklandım, kayboldum zannediyordu. Gündüz böyle bir kaos yaşayıp, akşam döndüğümde sınav parçama çalışıyordum, oyun okuyordum. Yurda yakın bir kafede geleceğim nasıl olacak diye iki saat düşündüğümü bilirim. “Ya olmazsa? Kazanamazsam?” gibi sorular. Ama olumsuz ihtimallere kapılmamaya çalıştım. En azından denemiş olmak istemiştim. Bir sürü de insan tanıdım.  Birçok şeyi burada deneyimledim aslında.

İstanbul’a geldiğin günden itibaren neler yaptın?

Büyük şehirde hiç yaşamamıştım. Dolayısıyla yaşadığım yer daha kendi içinde, küçük, sınırlı bir yerdi. Buraya gelince ilk başta insanları ve kendimi keşfetmeye başladım.  Sonra tiyatroyu… Tiyatro Ti’de eğitim aldım. Hocam Yeşim Koçak’tı. Arkasından Nazım Hikmet Akademisi oldu… Orası ilk temellerimin yeri diyebilirim. Konservatuvar eğitimi alırken bir yandan da aynı bünyede kurulan Nazım Sahne de oyunlar çıkarmaya başladık. Muharrem Özcan yönetmenliğinde “Sevgili Doktor”, Sertaç Ayvaz yönetmenliğinde “Engin Diye Biri Yok”, Gözde Demirtaş yönetmenliğinde “Oyun Perisi” adında bir çocuk oyunu, Ayşegül Alpak yönetmenliğinde bir okuma tiyatrosu “Beyaz”, Selen Kartay yönetmenliğinde “Kutu Kutu” gibi oyunlarda yer aldım. Bunun dışında öğrenciyken Mert Fırat, Ezo Sunal, Celal Kadri Kınoğlu, Renan Bilek gibi isimlerin workshoplarına katıldım.

 



 

"Aşk midene çilekli soda dökülmesi, yaşadığın her şeyi sanki bir masalın içindeymişsin gibi yaşatması, bir kere yüzünü görsen kahkahalarla ağlayacakmış hissi, onu üzgün gördüğünde kalbine bir şeyler batırmışlar hissi, yıllar geçse de unutamamak ve kafanda onunla uzun uzun konuşurken gerçekten gördüğünde bunları gerçekleştirememek. Bu yüzden işin içinde aşk olduğunda her şey bir birine giriyor, saçma sapan bir şey oluyor. Bu yüzden aşk biraz kontrolsüzlük… Bir şuur kaybı…"

 

Peki şu an neler yapıyorsun?

Geçen sene “Kelebek Kanadı” adından bir tiyatro oyunu yazdım. İnsan ilişkilerini, insanları, sistematik olayları inceleyen ya da bazılarına göre eleştiren bir oyundu. Tek bir mekânda geçen bir gece aslında… O gecede neler olacak bunları seyrediyor izleyici. Arkasından bir roman yazdım. Hem 1942’ler de hem de günümüzde geçen bir hikâye. Aşk, aile, arkadaşlık, insanın büyümesi, kader… Hepsi var. Şuan da bir senaryo yazıyorum. Freud’un insan beyniyle ve benliğiyle ilgili bir düşüncesinden yola çıkıp yazdığım bir şey. Sanata endekslenirse ne olur, biraz bunu gösteren, sanatın hem tehlikeli ve kontrolsüz, hem de yararlı ve katkılı taraflarını anlatan bir konu. Bu zamana kadar yapıldı mı bilmiyorum ama bu benim özellikle birkaç yıldır çevremde gördüğüm ve ister istemez düşündüğüm bir şeydi. Sanatçı ruhlu insanların derinine iniyor hikâye. Gerçekleri gösteriyor. Sanatın yarattığı o uçlar, kendini, egolarını kontrol edebilme, olmuşluğu ya da olmaya çalışmanın heyecanı gibi konular var içinde. Sağlam ve bütün bir şey yapmak istiyorum. Bu senaryoya uygun müzikler yapıyorum. Geçen seneden beri en büyük hobim. Bilgisayarda müzik yapıyorum. Çok zevk aldığım bir şey.

Seni tiyatro sahnesinde izledim ve gerçekten çok başarılıydın. Tiyatronun senin hayatındaki yeri, önemi ne?

Çok teşekkür ederim Yağmur. Seyirci böyle düşünebiliyor ama oyun bitiminde kafamızda binlerce soru… Şurayı şöyle mi yapsaydım, biraz daha mı es olsaydı vs. İşte birazda böyle sürekli soru soran, sorgulayan bir meslek zaten. Soruna gelecek olursam; Tiyatro beni çok büyüttü ve büyütmeye de devam ediyor. İlk başta zaten bunun için tiyatro benim için bambaşka diyebilirim. Keşfetmediğim birçok şeyi keşfettirdi ve yine bu keşfettiklerimi değiştirip, dönüştürüp, büyültüp, küçültüp hayatımın her alanında kullanabildim. Hatta bazen bunları fark etmeden de yaptığım oldu. Hala daha tiyatro sahnesine çıktığımda şöyle bir duygu yaşıyorum; hem arkama bakmadan kaçıp gitmek, hem de o sahneden ölene kadar inmemek. Kavga edemiyorsun, çünkü seviyorsun. Ama sevdiğin şeyde rahatsız olmak ağrına gidiyor. Çok karmaşık bir duygu. Sahneye çıka çıka, sürekliliği devam ettikçe biraz daha rahatlamayı öğreniyorsun. Aşk, aşk diye tarif etmelerinin nedeni gerçekten bu olabilir. Bir adama âşık olduğunda sebepsiz bir korku ve karmaşık duyguların içinde olduğu bir heyecan yaşarsın ya, aynen bu duygu o duygu. El, ayak, bacak, ne varsa titriyor. Ama bu duygu iyi bir şeydir. Tabii kontrollüyse… Seni meraklandırır, ilerletir, besler. Ben de beslenmeye devam ediyorum. Her çıktığımda biraz daha rahatlıyorum ama o heyecan hep var. Her gelişimimde ne kadar az olduğumu görüp, biraz daha artmaya çalışıyorum. Oyunculuk dediğimiz şey asla bitmeyen, her saniyede bile cebini doldurabildiğin bir şey. Hayatı biraz verimli, yararlı yaşamakla da ilgisi var. Yeter ki farkına var. Hayatı, insanı, seni sana, hatta senin farkında olmadığın birçok şeyi gösteriyor tiyatro. Kâğıt üzerine yazılmış bir şeye hayat veriyorsun, gerçekleştiriyorsun. Beden verip, ruh katıyorsun, bir atmosfer, bir dünya yaratıyorsun. O kurduğun dünyaya insanları inandırmaya ve onları da o dünyaya almaya çalışıyorsun. Belki de hayatın boyunca olamayacağın insanları sanki doğduğundan beri o insanmış gibi olma ve olmaya inandırma çabası… Dehşet bir şey…

 



 

Peki nasıl başladı bu tiyatro aşkı?

Aslında kendimi bildiğimden beri vardı. Taklit yapmalar, ayna karşısında konuşmalar, kendi kendine skeç canlandırmalar... Altı yaşımda babam beni bir oyuna götürdü. Sorsan ne oyunun ismini hatırlıyorum, ne oyuncuları, ne oyunun konusunu. Tek hatırladığım şey oyuncular az önce sahnede olduklarından bambaşka biriymiş gibi sahneye geldiler ve selam verdiler. Heyecanımı, kalp çarpıntımı hala çok net hatırlıyorum. Deli gibi alkışlamıştım. Bende orada olmak, o sahnede alkışlanmak istedim. Ve az önce izlediğim insanlar karakterlerinden çıkıp kendi benlikleriyle, büyük bir mutlulukla gülümseyerek önümüzde eğildiklerinde “ben de tiyatro yapmalıyım” dedim.

Tiyatroda kendini nasıl bir yerde görüyorsun?

Yolun çok başında. Yaş olarak da, deneyim olarak da. Ama yolun sonuna gidebilmek için sağlam adımlar atmaya çalışan biriyim.  Sonuçta 2013’den beri tiyatro yapıyorum ben. Bu kadar katmanlı ve girift bir meslek olduğunu düşünürsek bir parçasını öğrenmek bile yıllar alabiliyor. Olay sadece oyunculukta değil. Beslendiğin birçok şeyin aslında oyunculukla birleşimi var. Öyle performanslar görüyorum ki, gerek yurt dışında, gerek Türkiye de “Allah’ım ben böyle bir oyuncu olabilecek miyim?” Falan diyorum. Ama bunu söylemek hoşuma da gidiyor çünkü zamanım çok, enerjim çok, gelişebilirim, değişebilirim… Kendimi hiç yeterli bulmuyorum. Bir yeri iyi yapsam, diğer yeri hep gözden kaçırmışım gibi geliyor ve aslında tüm o noktaları bir arada dengeli ve ustaca yapma işi… Yeterli gelmediği için aynı heyecanla devam zaten. Olmaya çalışma hali bana genç olduğumu ve hala vaktimin olduğunu hatırlatıyor. Doya doya, keyif ala ala, hata yapmanın deneyimlerinden beslene beslene büyüyorum. Kendimle rakip içindeyim. Çok hırslı değilimdir mesela. Role hazırlanırken de farklı taktik noktalarım var.

Ne gibi?

Müzikten besleniyorum. Karakterin ruhuna uygun bir playlist oluşturuyorum mesela… O müzikler beni moda sokabiliyor. Hatta müzik yapmaya başladıktan sonra oynayacağım karaktere uygun müzik yapmışlığımda var. Bir kitap, bir yazı… Gazetedeki bir haber bile. Sadece metod diye belli kalıp sistemleri kullanmayı tercih etmiyorum. Ha o sistemle çalışacaksam, kendime uyarlıyorum bir şekilde. Önce içimde bulmaya çalışıyorum sanırım. Tabii ki her rol için bu sistem geçerli olamayabiliyor. Her şeyi hissetmeye kalksam işin içinden çıkamam. Bir de rüyalarımdan da besleniyorum. Rüyalarda her şey mümkün oluyor; yani bilinçaltı, bilinç üstü, zihin ve alt benlikler... Birçok katmanı var da, böyle bir şey var yani. Ve ben rüyalarımı çok gerçekçi görüyorum çoğu zaman. Etkisinde kaldığım rüyalarımdaki hislerimi hatırlamaya çalışıyorum. Kimi insana saçma ve yanlış bir yöntem olarak gelebilir ama... Birde biraz hayalperest ruhlu bir yanım da olduğu için, bu yöntem beni besliyor. Deneyimlemeden deneyimlemiş hissiyatını avantaja çevirdim.

 



 

Tiyatro dışında neler yapıyorsun? Başka hedeflerin var mı?

Tiyatro dışında dediğim gibi yazıyorum. On yıldır hayatımda hep var olan bir şey. Roman, senaryo, tiyatro metni, deneme, şiir, şarkı sözü… Yazmak olsun da, yazacak her bulduğum her yere yazarım. Oyunculuğu da çok besleyen bir şey. Onun dışında müzik yapıyorum. Baleye tekrar başlama kararım var yoğunluğum biraz azaldıktan sonra mutlaka tekrar balenin hayatımda olmasını istiyorum. İstanbul Üniversitesi Tiyatro Eleştirmenliği ve Dramaturji bölümüne girip hem yazmanın akademik eğitimini almak istiyorum, hem de tiyatronun temelinde dramaturjiyi daha derin öğrenip oyunculuğuma da katkısı olsun istiyorum. Onun dışında ilerleyen yıllarda mutlaka yurt dışına gitmek ve orada da eğitimler almak gibi bir planım var. Yani orada bambaşka kafalarda, inanılmaz şeyler var. Akıl almaz şeyler yapıyorlar. Oranında tarzını, oyunculuk ruhunu öğrenmek istiyorum. Ha gönül ister eğitimden sonra birde orada oyunculuk yapayım ama o, o kadar basit bir durum değil. İyi derece de İngilizce bilmek bile yeterli gelmiyor zaten. En az bir beş, altı yılını dil çalışmaya ayırmak gerekiyor. Düşünsene sahnede bir sürü şeyi harmanlayıp, kontrol edip oynuyorsun, orada bir de bunları başka bir dille yapmaya çalışıyorsun… Bir gün böyle bir şey yaşarsam zaten sınırlarımı fazlasıyla aşmaya başlamışım demektir.

Yakın zamandaki projelerinden bahseder misin?

Senaryosu ve yönetmenliği Şemseddin Cem Çakmakçı’ya ait olan “Fikret Bey” adında bir kısa filmim oldu. Naif, duygusal ve hayatındaki eksiklikleri yaşayan Sima’ın, ölmeyi düşünen, hayattan ümidini kesmiş komşusu Fikret’i hayata döndürmesini, ona yaşam enerjisi vermesini konu alan çok dokunaklı bir hikaye. Şuanda da çok keyifle çalıştığım, hem senaryo ekibinde, ilerleyen zamanlarda da oyuncusu olacağım bir proje var. Hepimiz heyecanlıyız. Güzel bir şeyler yakalıyoruz ve bunu devam ettirmek, önemli bir şeyler anlatmak için çalışıyoruz. Ekibin enerjisi, işin güzelliği bana da büyük bir motivasyon sağlıyor. Bakalım. Umarım sonucu güzel olur. Onun dışında gelecek sezon tiyatro yapmak istiyorum.  Sevgili Cem Kenar’la bir tiyatro oyunu projesi var. Şuan kesinleşen bir şey olmadığı için detaylı bilgi veremiyorum.

 



 

Birçok duyguyu çok güzel tarif edebildiğini görmüştüm. Peki bize de bir tarif yapabilir misin? Örneğin acıyı ve aşkı…

Of; en tarif edilmesi zor, belki de edilemez duygulardan girdin. Ama bana sorarsan, acının tarifi asla bitmeyecek gibi hissedip, her o acı tazelediğinde yaşadığın duygusal çıkmazlıktır. Zaten biteceğini düşündüğünde kendini telkin edip iyileşmeye başlarsın ama sonu olmayan, ya da belirsiz şeyler insanı hep çıkmazda, girdapta bırakıyor. Ben acı çekerken köprücük kemiklerimden ruhumu çekiyorlarmış gibi hissediyorum. Tabii her acı çektiğimde değil… Acının derecesine göre, ne için acı çektiğine göre de değişir. Aşk da yine tarifsiz sanırım. Tarif edildiğinde nedenli bir şeye dönüşüyor galiba. Ben hayatımda bir kez âşık oldum. Ya da öyle sandım. Çünkü her yaşadığım şeyden sonra önceki yaşadığımla ilgili gerçekleri daha net fark edebilecek deneyime ve olgunluğa gelebiliyorum. Ama illa ki bir cevap istersen; aşk midene çilekli soda dökülmesi, yaşadığın her şeyi sanki bir masalın içindeymişsin gibi yaşatması, bir kere yüzünü görsen kahkahalarla ağlayacakmış hissi, onu üzgün gördüğünde kalbine bir şeyler batırmışlar hissi, yıllar geçse de unutamamak ve kafanda onunla uzun uzun konuşurken gerçekten gördüğünde bunları gerçekleştirememek. Bu yüzden işin içinde aşk olduğunda her şey bir birine giriyor, saçma sapan bir şey oluyor. Bu yüzden aşk biraz kontrolsüzlük… Bir şuur kaybı…

 



 

Tiyatro camiasında bir şeyleri değiştirme şansın olsaydı neleri değiştirdin?

Bazı haksızlıkları değiştirmek isterdim. Ama tabii bunu sadece ben başaramam. İmkanım olsaydı ama kesin ilk önce buradan başlardım.

Bir TV dizisinde yer almak istiyor musun?

Tabii, neden olmasın. Oyunculuk tektir. Sahnede de, televizyonda da, parkta da yaparsın.

Samimi sohbetin için çok teşekkür ederim Beste. Hayatında da başarı ve mutluluk dilerim. Peki son olarak; sence en büyük Türk kimdir ve gazetemiz okurlarına neler söylemek istersin?

Asıl ben teşekkür ederim. Atatürk tabii ki! Bu sayfaları okuyan herkese teşekkür ederim öncelikle. Söylediklerimi, düşüncelerimi merak ediyor bile olmaları benim için çok değerli. Son olarak şöyle bir şey söylemek istiyorum; hayaller ve fikirler çok değerlidir. Her şey bir hayal olarak başlar, fikirde gerçekleştiğinde somut bir şeye dönüşür. Bu yüzden yapmak istedikleri her ne varsa adım atsınlar. İleri ve hızlı adımlar koşmak demektir. Hiç olmazsa denesinler. Çünkü bu bile denemenin deneyimini öğretir.

 

 

Röportaj: Yağmur Tanyıldız
Editör: TE Bilisim